Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Bir Ahlâk Modeli Olarak Hz. Peygamber (SAV)

Bir Ahlâk Modeli Olarak Hz. Peygamber (SAV)

Prof. Dr. Adem APAK

Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

 

26-27 NİSAN 2018 de düzenlenen

ULUSLARARASI İSLAM VE MODEL İNSAN SEMPOZYUMU'nda

sunulmuştur.

ÖZET

(Bir Ahlak Modeli Olarak Hz. Peygamber)

İslâmî kaynaklarda da hulk ve ahlâk terimleri genellikle iyi ve kötü huyları, fazîlet ve rezîletleri birlikte ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ahlâkın yanında yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına, terbiyeli ve kibar davranış biçimlerine, bunlara dair öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere ve bu sözlerin derlendiği eserlere edep veya âdâb da denilmiştir. İslâmî literatürde edep terimi ilk dönemlerden itibaren özel davranış alanları hakkında kullanılırken, ahlâk ise daha geniş anlamda tutum ve davranışların kaynağı mahiyetindeki ruhî ve manevî melekeleri, insanın ruhî kemalini sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmiştir.Şüphesiz İslâm ahlâkının asıl kaynağını Kur’ân ve onun ışığında oluşan sünnet teşkil eder. Nitekim müminlerin annesi Hz. Âişe de kendisine yöneltilen bir soru münasebetiyle Hz. Peygamberin (s.a.s) ahlâkının Kur’ân ahlâkı olduğunu açıklamıştır. Binâenaleyh İslâm ahlâk düşüncesi ilhamını doğrudan Kur’ân ve Sünnet’den alır. Bu iki temel kaynak dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini çizmiş, peşinden bu çerçeveyi esas alan amelî kurallarını belirlemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s) insanî vasıfları itibariyle yumuşak huylu, ağırbaşlı, ciddi ve vakurdu. Şefkat ve merhameti, buna ek olarak yumuşak kalpliliği kişiliğinde birleştirmişti. Bunların yanı sıra hilm ve tevazu sahibiydi. Karşılaştığı eziyetlere ve haksız muamelelere karşı sabır ve tahammül gösterirdi, insan ilişkilerine riayet eder aralarında fark gözetmezdi. Dürüstlüğü ve ahde vefayı kişiliğini oluşturan önemli hasletler haline getirmişti. Pek çok üstün insanî özelliklerin arasında bu hasletlere yer verilmesi, onun peygamberlik görevini başarıya ulaştırmada önemli ölçüde yardımcı oldukları içindir. Hâsılı o, şahsiyetinin esasını teşkil eden bu ahlâki hasletleri, toplum liderinde bulunması gereken kimi üstün yetenekleriyle birleştirince Allah tarafından Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesiyle "güzel bir örnek" haline getirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Ahlak, Hz. Peygamber, Şefkat, Tevazu, Fazilet, Sünnet

Prophet Muhammed as a Model of Morality

In Islamic sources, the terms nature and moral are generally used to for express together the good and the bad habits, the virtues and the meanness. Besides morality, behavior and etiquette rules which concerning various areas of daily life such as eating and drinking, chatting, traveling, etc., decent and polite behaviors; advisable and short wise words of about them, works on which these words are compiled are called “edeb” or “âdâb”. In the Islamic literatüre, morality that expresses mental and spiritual abilities in the wider sense of attitude and behavior has expressed the field of knowledge and and ideas to ensure the people's spiritual perfection, while the decency term has been used on special areas of behavior since the earliest periods. Surely, the real source of Islamic morality is the Qur'an and the sunnah that occurs in its light. Thus Aisha the mother of believers, on a question asked to her explains that morality of the Prophet Muhammad is the Qur'an. Consequently, Islamic moral thought takes its inspiration directly from the Qur'an and Sunnah. These two basic sources draw the general framework of religious and secular life and then they have determined the rules of conduct based on this framework.

The Prophet Muhammed as human characteristics is soft-tempered, dignified, serious and staid. He have combined affection and compassion, soft-hearted in his personality. Besides these, he was possesses of gentleness and modesty. He shows patience and forbearance towards faced persecutions and unjust treatments. He respects human relations and do not distinguish between them. Honesty and loyality are important qualities that make up his personality. The reason given to these features among many superior human qualities is that they have provide a great help in achieving his prophetic mission. As a result, when he combines the moral goodnesses that form the basis of his personality with some of his superior abilities which must be found in the community leader, Allah has made him "a good example" by the expression of the Qur'an.

Keywords: Moral, Prophet Muhammad, Compassion, Humility, Virtue, Sunnah

Ahlâk Arapça'da seciye, tabiat, huy gibi manalara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur. Sözlüklerde ise genel olarak insanın fizikî yapısı için halk, manevî yapısı için hulk kelimeleri kullanılmıştır.2 İslâmî kaynaklarda da hulk ve ahlâk terimleri genellikle iyi ve kötü huyları, fazîlet ve rezîletleri birlikte ifade etmek üzere kullanılmış; iyi huylar ve faziletli davranışlar hüsnü'l-huluk, mehâsinü'1-ahlâk, mekârimü'l-ahlâk, el-ahlâku'l-hasene, el-ahlâku'l-hamîde, buna karşılık kötü huylar ve hareketler ise sûü'l-huluk, el-ahlâku'z-zemîme, el-ahlâku's-seyyie gibi tabirlerle karşılanmıştır. Ahlâkın yanında yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına, terbiyeli ve kibar davranış biçimlerine, bunlara dair öğüt verici kısa ve hikmetli sözlere ve bu sözlerin derlendiği eserlere edep veya âdâb da denilmiştir. İslâmî literatürde edep terimi ilk dönemlerden itibaren özel davranış alanları hakkında kullanılırken, ahlâk ise daha geniş anlamda tutum ve davranışların kaynağı mahiyetindeki ruhî ve manevî melekeleri, insanın ruhî kemalini sağlamaya yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmiştir.3

İslâm öncesi Arap toplumu dil ve edebiyatında ahlâk kelimesine tesadüf edilmez. Ahlâk’ın tekili olan hulk tabiri ise nadiren kullanılmıştır. Bunun yerine iyi ahlâk manasına gelebilecek mürûe (mürüvvet) kelimesi tercih edilmiştir. O kadar ki, Câhiliyye döneminin en yüce hasleti olarak kabul edilen mürûe, kısaca insanlığın ve adamlığın kemâli olarak nitelendirilmiştir.4 Kişi için bu dereceye ulaşmış olmanın tezahürleri ise hilm, sabır, güçlü iken affetmek, yardım isteyenin yardımına koşmak, özellikle komşuya alâka göstermek ve zayıfları himaye etmek gibi hasletlerdir. Zikri geçen hususiyetleri kendisinde toplanmış olanlar kavimleri arasında en yüce makama ulaşmış kâmil adamlar olarak kabul edilmişlerdir.5 Ayrıca hayır, mâruf ve hak gibi ahlâkî muhteva taşıyan kavramlar ve câhiliyye er-demlerini ifade etmek üzere şecaat, kerem, sehâ, cûd, vefa gibi muhtelif tabirler ile bunların zıtlarının kullanımı da oldukça yaygındı. Ancak bütün bu kavramlar yüksek ve cihanşümul bir ahlâk anlayışını ifade etmekten tamamen uzak olup, daha ziyade dünyevî, bencil ve kabileci bir karakter taşımaktaydı. Nitekim Câhiliyye şiirinin önemli temsilcilerinden olan Züheyr b. Ebî Sülmâ’nın şiirinde geçen beyitlerde Câhiliyye erdemlerinin başında yer alan yiğitliğin ne anlama geldiğine işaret eder: “O bir aslandır, pür-silâh, keçeleşmiş yeleleri; tırnakları kesilmemiş yiğittir: Zulme uğrayınca zâlimce karşılık verir. Zulme uğramazsa kendisi zulme başlar”; “Soyunu silahıyla savunmayan kişi zillete uğratılır. Ve insanlara zulmetmeyen zulme mâruz kalır”.6

İslâm dünya görüşünün teklif ettiği ahlâk anlayışı câhiliye döneminin ahlâk anlayışını temelden değiştirmiştir. Şüphesiz İslâm ahlâkının asıl kaynağını Kur’ân ve onun ışığında oluşan sünnet teşkil eder. Nitekim müminlerin annesi Hz. Âişe de kendisine yöneltilen bir soru münasebetiyle Hz. Peygamberin (s.a.s) ahlâkının Kur’ân ahlâkı olduğunu açıklamıştır.7

Kur'ân-ı Kerîm’de eksiksiz bir ahlâk sistemi oluşturacak zenginlikte nazarî prensipler ile bunların pratik uygulamalara işaret eden örnekler verilmiştir. İlâhi kitapta ahlâk kelimesi yer almamakla birlikte, biri âdet ve gelenek, diğeri de ahlâk manasında olmak üzere iki yerde8 ahlâkın tekili olan huluk kelimesine rastlanır. Ayrıca pek çok âyette geçen amel teriminin alanı ahlâkî davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur. Bunun yanında yine birr, takvâ, hidâyet, sırât-ı müstakîm, sıdk, amel-i sâlih, hayır, mâruf, ihsan, hasene ve istikamet gibi iyi ahlâklılık; ism, dalâl, fahşâ, münker, bağy, seyyie, hevâ, israf, fısk, fücur, hatîe, zulüm gibi kötü ahlâklılık ile aynı veya yakın anlam ifade eden birçok terim mevcuttur.

İslâm Peygamber (s.a.s) Kur’ân-ı Kerîm'de "üstün yaratılışlı" ve "en güzel örnek" olarak nitelenmiştir. Ayrıca Allah tarafından kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderilmiş9, hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlâkla donatılmıştır.10 Allah Rasûlü (s.a.s) ortalama bir aile reisinden başlayıp devlet başkanlığına kadar devam eden hayat seyrinde üstün bir ahlâk ortaya koymuştur. Nitekim eşi Hz. Âişe, Rasûlüllah'ın (s.a.s) ahlâkının Kur'ân'dan ibaret olduğunu bildirmiş11, kendisi de ahlâkî erdemleri tamamlamak üzere gönderildiğini bizzat ifade etmiş12, imanın ancak güzel ahlâkla sağlanabileceğini bildirmiştir.13

Allah Rasûlü’nün (s.a.s) öne çıkan ve bütün insanlara örnek olacak ahlâkî faziletlerini şu şekilde sıralamak mümkündür.

1. Emânet

Emin, emniyet ve emânet kelimeleri Arapça’da e-m-n kökünden gelir. Emin olmak, güvenilen, kendisine emniyet edilen demektir. İman ve mümin kelimelerinin kaynağı da aynı kelimedir. Dolayısıyla bu kelimeden emân, emânet, emniyet, gibi İslâm dininin pek çok kavramının türetildiğini görmek mümkündür.14 Bu terimin karşıtları ise, hain, anarşi, kâfir gibi dinde menfî anlama gelen kavramlardır. Bu nedenledir ki, İslâm dini inananlarından bu kelimenin olumlu manalarını üstlerinde taşımalarını, zıt anlamlarından da şiddetle kaçınmalarını ister.

İnsanlık için her anlamda örnek bir hayat yaşayan Hz. Muhammed’in (s.a.s) İslâm öncesi dönemde en bilinen ve öne çıkan özelliği “emin” olmaktır. Bu sebepledir ki Mekkeliler ona risâletinden çok önce Muhammedü’l-Emin adını vermişlerdi.15 Peygamberliğinden sonra da müşrikler kendisini emin olarak tanımlamaya devam etmişler, şahsına şair, mecnûn, sihirbaz, kâhin gibi sıfatlar yakıştırmaya çalışmışlarsa da, hiçbir zaman onu güvenilir olmamakla itham etmemişlerdir.16 Mekke’deki tebliğ süreci boyunca Hz. Peygamber’e (s.a.s) ve ona tabi olan Müslümanlara düşmanlık yapan, hatta hicret öncesinde onu öldürme girişiminde bulunan Mekkeli müşrikler, ticaret amacıyla şehir dışına çıktıkları zaman ellerindeki nakit para ve kıymetli malları birbirlerine emânet etmek yerine, şehrin en güvenilir (emin) kabul ettikleri insanına, Hz. Peygamber’e (s.a.s) teslim etmişlerdir. Bu yüzden Allah Rasûlü (s.a.s) Mekke’den Medine’ye hicretinde önce yanında bulunan emânetleri sahiplerine geri vermesi için Hz. Ali’yi kendi yerinde bırakmıştır.17

Emânet kelimesi aslında çok geniş anlamlara sahiptir. İnsanın en önemli görevi olan Allah’a kulluk vazifesinden, vücut ve ruh sağlığı, maddî-manevî sahip olunan varlık ve imkânlar, verilen görev, sorumluluk ve yetkilerden başlayıp korunması için bırakılan en küçük eşyaya varıncaya kadar her şey emânet dairesi içinde değerlendirilebilir.

Görevin ehline verilmesi de emânete riâyet prensibinin en temel esaslarından biridir. Çünkü emânete riâyet edilmesini beklemeden önce, o emânete riâyet edebilecek, emânet sorumluluğunu yüklenebilecek kişilerin tespit edilmesi gerekir. Bu hususun önemini Kur’ân-ı Kerîm şu şekilde ortaya koyar:

“Allah, size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmeni emrediyor. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve görendir”.18

Yine Kur’ân’da Müminûn sûresinde gerçek müminlerin özellikleri sıralanırken emânete riayet ve ahitleri yerine getirme de zikredilmektedir.19

Emânetlerin ehline verilmemesi, başka bir ifadeyle emânetin zayi edilmesi, şüphesiz cemiyette fesada ve anarşiye sebep olur. Böyle bir durum cemiyetler için yıkım demektir. Allah Rasûlü (s.a.s) bu hali kıyamet alâmeti olarak nitelendirir:

“İşler ehil olmayan kimselere verildiği zaman kıyameti bekleyin”.20

2. Doğruluk

Peygamberimiz İslamiyet’i tebliğ etmeye başladığı günlerden birinde Safâ Tepesi’ne çıkarak “Ey Kureyşliler, size şu dağın ardında düşman atlıları var, üzerinize baskın düzenleyecekler dersem buna inanır mısınız” diye sorduğunda, “Elbette inanırız, çünkü şimdiye kadar senin yalan söylediğini hiç duymadık dediler”.21 “Aslından onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah’ın âyetlerini yalanlıyorlar” âyeti de bu hususa işaret etmektedir.22

Sıdk, yani doğruluk peygamberlerin en önemli özelliklerindendir. Kur’ân’da bu husus açıkça Hûd sûresinde ifade edilmektedir: “O halde sen maiyetindeki tevbe edenlerle beraber, emr olunduğun şekilde dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, ne yaparsanız hakkıyla görür”.23

Kur’ân’da “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun” emriyle kullarından doğru insanlarla birlikte olmaları, onları desteklemeleri istenmekte24, “Rabbimiz Allah’tır deyip doğruluğa yönelenlere hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır”25 buyrularak da doğruların yardımcısının Allah olduğu açıkça beyan edilmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s) de doğruluğu ve doğru olanları övmüş, bunun tersi olarak yalanı ve yalancılığı da yermiştir:

“Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik cennete götürür. Kişi doğrulukta devam eder durursa nihayet Allah nazarında doğru olarak yazılır. Yalan kötülüğe iletir, kötülükse ateşe götürür. Kişi yalan söylemeye devam ederse nihayet Allah katında yalancı olarak yazılır.26

“Hz. Peygamber’e (s.a.s); Ya Rasûlallah mümin korkak olabilir mi diye soruldu. Evet dedi. Cimri olabilir mi dediler, Evet dedi. Peki yalancı olabilir mi dediklerinde ise “asla” cevabını verdi”.27

“Senin doğru söylediğine inanan bir adama yalan söylemen en büyük ihanettir”.28

Doğruluk ve dürüstlük de sağlıklı ticarî hayatın da temelini oluşturur. Özellikle alış-verişlerde doğruluktan ayrılmamak, müşteriyi aldatmamak, ölçüp tartarken hile yapmamak, satılan malın kusurunu müşteriye söylemek dürüstlüğün esaslarının teşkil eder. Nitekim Kur’ân’da alışverişlerde hile yapanlar şiddetli bir şekilde kınanmışlardır:

“Eksik ölçüp noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar insanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, vermek için ölçüp tarttıklarında ise eksik ölçer ve tartarlar. Onlar düşünmezler mi ki, tekrar diriltilecekler! Büyük bir günde, öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır”.29

Allah Rasûlü (s.a.s) ticarette dürüstlüğün temini için sadece nasihatle iktifa etmeyip bizzat çarşıları denetlemiş, hatalı uygulamalara anında müdahalede bulunmuştur. Nitekim bir gün denetlemesi esnasında elini tahıl çuvalına daldırdığında parmağına ıslaklık gelince satıcıya sebebini sorduğunda muhatabı yolda gelirken yağmur sebebiyle ticaret malının ıslanmış olabileceğini söyleyince bu defa kendisine “Neden o ıslak tarafı müşterinin görebileceği şekilde üste koymadın. Bizi aldatan bizden değildir” ikazında bulunmuştur.30

3. Vefakârlık

Görülen iyilikleri unutmama, kendisine iyilikte bulunanlara misliyle veya daha güzeliyle karşılık vermeye vefa, bu şekilde davrananlara ise vefakâr adı verilir. İnsanda bulunması gereken huylardan ve ahlâkî güzelliklerden birisi de vefa duygusudur. Vefakârlığın zıddı nankörlük olup, iyiliğin kadirinin bilinmemesi veya iyiliğe karşılık kötülükle muamele bulunmak anlamına gelir.

Vefa aynı zamanda sevgide, dostlukta ve bağlılıkta sebat etmek demektir. İnsan için en büyük vefakârlık kendisini yaratan ve kendisine nimetler veren Allah’ı unutmayıp ona kulluk etmek, en büyük nankörlük ise kulun Rabbi’ni inkâr edip hayatını ona isyanla geçirmesidir. Allah, insanın bu özelliğine dikkat çekerek uyarılarda bulunur:

“Şüphesiz insan Rabbine karşı pek nankördür”.31 “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım, eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çetindir”.32 “Allah’ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helâk yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü karargâhtır”.33 “Biz insana önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur”.34

Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurur: “İnsana şükretmeyen kimse, Allah’a da şükretmez”.35

Vefakârlık dostluk ve dayanışmayı sağlayacağından bu şekilde toplumda karşılıklı güven ortamı doğar. Fertler arasında vefanın bulunmadığı toplumlarda ise sosyal çözülme muhakkak olur. Vefakârlığın en büyük örneklerini şüphesiz Hz. Peygamber’in (s.a.s) davranışlarında görmek mümkündür. Nitekim doğduğu zaman kendisini sadece bir hafta emzirmiş olan Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe hanımı sürekli olarak gözetmiş, vefatına kadar onun ihtiyaçlarını karşılamış, vefatından sonra da yakını olup olmadığını araştırmıştır.36 Benzer şekilde çocukluğundan itibaren kendisine hizmet eden Ümmü Eymen’e de saygı göstermiş, sürekli olarak ona “Sen benim ikinci annem sayılırsın” sözleriyle iltifatta bulunmuştur.37

Allah Rasûlü (s.a.s) çocukluğunda kendisine annelik yapan Ebû Tâlib’in eşi Fâtıma bint Esed’i ömrü boyunca hiç unutmamış, onu daima hayırla yâdetmiştir. Vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, sonra da onun kabrine yatmıştır. Ashâb kendisinden ilk kez gördükleri bu hareketinin sebebini sorduklarında şu cevabı vermiştir: “Ebû Tâlib ailesi içinde bana ondan daha fazla iyiliği dokunan olmamıştır. Ben ona cennet elbiselerinden birini giysin diye gömleğimi giydirdim. Yeri ısınsın diye de mezarına yattım” cevabını vermiştir.38

Gerek hadis, gerekse siyer kaynakları Hz. Peygamber’in (s.a.s) başka pek çok vefa örneğini aktarmaktadır. Onun en fazla vefa gösterdiklerinin başında şüphesiz kendisine en büyük desteği sağlayan hayat arkadaşı Hz. Hatice (rah) gelir. Allah Rasûlü (s.a.s) Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetlerinde her türlü desteği veren, çocuklarının annesi ilk eşi Hz. Hatice’yi hiçbir zaman unutmamış, sürekli olarak onun aziz hatırasını yâdetmiştir. Kendisine niçin sürekli eşinden bahsettiği sorulduğunda da şu cevabı vermiştir: “Allah bana ondan daha hayırlısını vermemiştir. Çünkü herkes benim peygamberliğimi inkâr ederken, o bana inandı. Herkes beni yalanlarken, o beni tasdik etti. İnsanlar mallarını esirgerken, o malıyla bana destek oldu. Ayrıca Allah bana ondan çocuk da nasip etti”.39

4.Şefkat ve Merhamet

Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla muttasıf olan Allah, merhamet ve şefkat duygusunu yarattıklarının en üstünü olan insanın fıtratına da koymuştur. İnsanlar arasında ise bu duygu en üst düzeyde Allah’ın hidayet rehberi olarak gönderdiği peygamberlerde bulunur. Allah'ın kalplerine yerleştirdiği şefkat hissiyle peygamberler bütün gayretlerini ümmetlerinin kurtuluşu yolunda sarfetmişlerdir. Ümmetine acıma ve şefkat konusunda Allah elçisi ve peygamber olarak görevlendirilen ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s) eşsizdir. Nitekim Kur’ân’da onun bu özelliğine işaret eder mahiyette “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” buyrulmuştur.40

Allah Rasûlü (s.a.s), Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinin yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla bütün hayatı boyunca insanların İlahî rahmetten istifade etmesi için olağanüstü çaba harcamıştır. Öyle ki, dünya ve ahiret saadetine götüren, Allah’ın engin rahmetinden istifade etme yollarını gösteren mesajına bîgâne kalan, hatta inkâr edenlerin dahi hidayete ermeleri için gayret göstermiştir. Mekke liderleri zaman zaman zor durumda bırakmak bu sayede gerek toplum, gerekse inananları nazarında etkisiz hale getirmek için Hz. Peygamber’le (s.a.s) münakaşaya girişmişler, buna rağmen Allah Rasûlü (s.a.s) büyük ümitlerle onların görüşme çağrılarına yakın ilgi göstermiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in (s.a.s) Mekke liderlerini davet yolunda kazanmak adına çok istekli davrandığı, onların gönüllerini almak için aşırı gayret gösterdiğine işaret eden âyetler bulunmaktadır.

“Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse; bir delik açıp yerin dibine inerek yahut bir merdiven kurup göğe çıkarak onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa durma, yap! Eğer Allah dileseydi elbette onları hidayet üzere toplardı. O halde sakın cahillerden olma”.41 “Ta Sin Mim. Bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir. Ey Muhammed! Mümin olmuyorlar diye adetâ kendini helak edeceksin! Biz dilesek, onlara gökten bir mucize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar. Rahmân’dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler. Onlar (Allah’ın âyetlerini) yalanladılar, fakat alay edegeldikleri şeylerin haberleri başlarına gelecek”.42 “Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır? Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. (Ey Muhammed!) Onlar için duyduğun üzüntüler yüzünden kendini helâk etme! Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilendir”.43 “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekün iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?”.44

Allah Rasûlü’nün (s.a.s) insanlara engin rahmeti öyle boyutlara ulaşmıştır ki sadece müminlerin değil, davetini inkâr edenlerin dahi bile hidayete ermeleri için çabalamıştır. Nitekim Allah’ın dinine davet etmek için yurtlarına gelen Allah elçisini kötü bir şekilde karşılayan ve şehrin ayak takımı insanlarını üzerine salan Tâif halkı için beddua etmek bir yana onlar hakkında Allah’a şöyle yalvarmıştır:

“Allahım, kuvvetimin yetersizliğini, çarelerimin tükenişini ve insanlarca horlanışımı sana havale ediyorum. Ey acıyanların en merhametlisi, sen horlananların Rabbi, Sen beni kime bırakacaksın? Üstüme saldıran uzak birilerine mi, yoksa başıma geçirttiğin bir düşmana mı? Eğer bana bir kızgınlığın yoksa aldırmıyorum, ancak benim için afiyet vermen daha etkin ve etkileyicidir. Yüzünün, kendisiyle karanlıkların açıldığı, dünya ve âhiretin düzgünleştiği nuruna sığınırım. Bana gazabının inmesinden, kızgınlığına düşmekten sana sığınırım, sadece senin rızanı isterim, yeter ki sen razı ol, çare de ancak seninle, güç de ancak seninledir”.45

Hz. Peygamber’in (s.a.s) eşi Hz. Âişe (rah) dinin emir ve yasaklarında Efendimizin ümmetine olan şefkatini şöyle ifade etmiştir: “Allah Rasûlü iki şey arasında muhayyer bırakıldığında mutlaka kolay olanı tercih etmiştir”.46 Yine Hz. Âişe (rah), Allah Rasûlü’nün (s.a.s) şöyle dua ettiğini nakleder: “Allah’ım, kim, ümmetimin bir işini üzerine alır da onlara güçlük çıkarırsa sen de ona güçlük çıkar. Kim de ümmetimin işini üzerine alır da onlara yumuşak davranır, iyi muamele ederse, sen de onlara yumuşak davran ve güzel muamele buyur”.47 Allah Rasûlü (s.a.s) çocuklara karşı şefkat ve merhametle muamele edilmesini, bu hususta da onlar arasında adaletli davranılmasını, herhangi birine diğerleri aleyhine bir ayrıcalık tanınmamasını da özellikle hatırlatmış, anne babanın çocuklarına eşit muamele yapmasının, onların görevi ve çocukların da doğal hakkı olduğunu bildirmiş48 “Çocukların senin üzerindeki haklarından birisi de, onlara eşit davranmandır”buyurmuştur.49

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Hz. Muhammed (s.a.s), Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinin yeryüzündeki temsilcisi olarak bütün hayatı boyunca her şeyden önce bütün insanların ilâhî rahmetin en üstünü olan hidayetten istifade etmesi için olağanüstü çaba sarfetmiştir. Dünya ve âhiret saadetine götüren, Allah’ın engin rahmetinden istifade etme yollarını gösteren mesajına bîgâne kalan, hatta inkâr edenleri dahi yılmadan hidayete tabi olmaya çağırmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s) diğer taraftan, bütün hayatı boyunca kendisine inananların güvenini temin etmek, onları huzurlu ve mutlu kılmak için de çok hassasiyet göstermiş, ashâbının üzülmemesi ve zarar görmemesi hususunda çok titiz davranmıştır. Bu da onun “rahmet ve merhamet” özelliğinin en güzel işaretidir.

5.Sabır

İnsanoğlu bir tezatlar dünyasında yaşamaktadır. Dünyada sık sık karşılaşılan tezatlardan biri de sevinç/mutluluk ve keder/hüzün ikilemidir. İnsanoğlu kendisine sevinç ve mutluluk veren pek çok tecrübe yaşayabildiği gibi, onu hüzne, ümitsizliğe ve kedere garkeden hadiselerle de karşılaşır. Yaşanan olumsuzluklar sebebiyle dünya hayatını zindan eden acı ve ümitsizliklerin tek ilacı ise sabırdır. Gözyaşlarının bollaştığı, hastalıkların fazlalaştığı, hüsranların çoğaldığı felaket, acı ve ızdırabın peş peşe geldiği dünyamızda sabır insanlar için sığınılacak yegâne limandır.

Sıkıntı ve üzüntüler geldiğinde ise sabırlı olmak ve Allah’a güvenmek esas olmalıdır. Allah’a teslim olmuş ve onun rahmetine inanmış bir insan bunalıma ve ümitsizliğe düşmez. Zira inanmaktadır ki her şey Allah’ın gözetimi ve kontrolü altındadır. Bu hakikate işaret eden âyette şöyle buyrulur:

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklıyor”.50 Başına bir musibet geldiğinde müslümanın nasıl davranması gerektiği de Kur’ân’da açıkça ortaya konulmuştur:

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz, derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır”.51

Allah Rasûlü (s.a.s) de bu hususta müslümanın nasıl tavır alması gerektiğine işaret eder:

“Başına bir musibet gelen Müslüman, Allah’ın emrettiği şekilde ‘Biz Allah’ınız ve O’na döneceğiz. Allah’ım başıma gelen musibetin ecrini ver, bana bunun arkasından hayırlısını ihsan et’ derse, Allah ona hayırlısını ihsan eder”.52 Ebû Hüreyre’nin rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah buyurur ki, dünyada sevdiği bir dostunu aldığım zaman, (sabredip) ecrini Allah’tan bekleyen mümin kulumun katımdaki karşılığı cennettir.”53

İnsan dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Mülk sûresi’nde geçen “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır”54 âyeti bu hususa işaret eder. Bu nedenle Allah hayat yolunda çeşitli vesilelerle kullarını farklı imtihanlara tabi tutmaktadır. “Andolsun ki biz, korku, açlık, mallardan, nefislerden ve ürünlerden bir miktar eksiltme ile sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele”.55 Burada insanın imtihanı ile sabır peş peşe ifade edilmekte, zımnen imtihanı ancak sabreden kulların kazanabileceği beyan edilmektedir.

Başta peygamberler olmak üzere hiçbir insan hayatı boyunca zorluk ve sıkıntıdan azade olmamıştır. Dünyevî sıkıntılarla en fazla yüz yüze gelenler ise Allah’ın elçileridir. Hz. Muhammed (s.a.s) ömrünün neredeyse tamamını zorluk ve sıkıntılarla mücadele ederek yaşamıştır. “Musibetlerin çoğu enbiyâya, sonra evliyâya, sonra da derecelerine göre diğer insanlara isabet eder. Kişi dindarlığına göre imtihana tabi tutulur” hadisi de bu gerçeğe açıkça işaret eder.56

Yukarıda zikredilen âyet ve hadislerde tavsiye edilen sabır, bir musibete katlanmak, tahammül etmek, başa gelene karşı ümitsizliğe düşmeden sükûnetle beklemektir. Yoksa yapılan haksızlıklara sükût etmek, her kötülüğe seyirci kalmak, zillete boyun eğmek, batıla ve fenalığa teslim olmak sabır değil, mesuliyetten kaçmaktır, yaratılış gayesi hilafına yönelmedir. Zira sabır, geri çekilme ve pasif bir davranış değildir. Sabır, hareket alanının en kısıtlı olduğu zaman dahi, direnmek, sıkıntılardan kurtulma çareleri aramak, çözüm bulmaya çalışmaktır.

6.Tevazu ve Sade Hayat Sözlükte “kendi itibar ve derecesini düşük görmek, birine boyun eğmek” anlamındaki vaz‘ kökünden türeyen tevâzu kibrin karşıtı olup kişinin başkalarını aşağılayıcı duygu ve davranışlardan kendini arındırmasını ifade eder.57 Bu tabir Türkçe’de alçak gönüllülük sözüyle karşılanmaktadır. Kaynaklarda tevazu ile aynı veya yakın anlamda tezellül ve huşû‘ kelimeleri de geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de tevazu kavramı bulunmamakla birlikte başka ifadelerle tevazu konusuna değinen âyetler vardır. İyi toplumun niteliklerini anlatan bir âyetteki58 “ezille” kelimesinin tevazu anlamına geldiği belirtilmiş, ayrıca ana babaya karşı ödevlerin yer aldığı diğer bir âyette59 “cenâha’z-zül” tabiri tevazuda mübalağa ve tevazudan kinaye şeklinde yorumlanmıştır. Lokmân’ın oğluna nasihatlerini içeren âyetlerde tevazuun yüksek bir ahlâkî erdem sayıldığına dikkat çekilir.60 Kaldı ki İslâm inancına göre gerçek anlamda büyüklük sadece Allah’a mahsustur.61 Tevazu kavramı hadislerde de geçer. Nitekim bir kısım hadis mecmualarında “Edeb, Birr, Zühd” gibi bu konudan bahseden özel bablar bulunur. Hz. Peygamber (s.a.s), mütevazı ve alçak gönüllü olup, kendisini övmekten ve kibirlenmekten hoşlanmazdı. Bu hususta kendisinden “Allah bana birbirinize karşı mütevazı olmanızı, kimsenin kimseye üstünlük taslamamasını vahyetti” mealinde bir hadis rivayet edilmiştir.62 Ayrıca kibirli kişilerin cehennemlik olduklarını ifade etmiştir.63

Allah Rasûlü (s.a.s) davranışlarıyla da pek çok tevazu örnekliği göstermiştir. Allah Rasûlü (s.a.s) bir vesile ile huzuruna gelen, ancak korkudan titreyen bir yabancıya şöyle demiştir:

“Arkadaş titreme, Ben bir kral değilim. Ben Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum”.64

Toplumdaki her statüdeki insana karşı mütevazı davranış gösteren Hz. Peygamber (s.a.s), bu tavrına mütenasip olarak kendisi de son derece sade bir hayat sürmüştür. Nitekim Hz. Ömer onun evini ziyareti sonrasında gördüklerini şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü bir hasırın üzerine yatmıştı. Öyle ki kuru hasır onun yüzünde iz bırakmıştı. Bir köşede bir kap içinde bir ölçek arpa unu vardı. Onun yanında çivi üzerinde asılı bir su kırbası bulunuyordu. Hepsi bu. Manzarayı görünce gözyaşlarımı tutamadım. Allah elçisi niçin ağladığımı sorduğunda, ‘Ey Allah’ın Rasûlü, nasıl ağlamayayım. Bizans ve İran hükümdarları dünya nimetleri içinde yüzüyorlar. Allah’ın peygamberi ise kuru bir hasır üzerinde yatıyor’. Bunun üzerine Allah Rasûlü şöyle cevap verdi:

“Ey Ömer, istemez misin ki, bu dünya onların, âhiret ise bizim olsun”.65

Hz. Peygamber (s.a.s) aşırı iltifattan ve övülmekten de son derece rahatsız olurdu. Nitekim “Hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı batıl ve aşırı surette methettiği gibi, sakın sizde beni övme yarışına girmeyiniz. Şüphesiz ben ancak bir kulum. Onun için bana Allah’ın kulu ve elçisi deyiniz”66 sözleriyle bu konuda muhataplarını uyarmıştır. Ölüm döşeğinde iken de peygamberlere aşırı övgüde bulunan hatta bu sebeple onların kabirlerini mabed edinenleri ağır bir dille yermiş, Müslümanları böyle bir davranıştan sakındırmıştır.67

Görülüyor ki Hz. Peygamber (s.a.s) insanî vasıfları itibariyle yumuşak huylu, ağırbaşlı, ciddi ve vakurdu. Şefkat ve merhameti, buna ek olarak yumuşak kalpliliği kişiliğinde birleştirmişti. Bunların yanı sıra hilm ve tevazu sahibiydi. Karşılaştığı eziyetlere ve haksız muamelelere karşı sabır ve tahammül gösterirdi, insan ilişkilerine riayet eder aralarında fark gözetmezdi. Dürüstlüğü ve ahde vefayı kişiliğini oluşturan önemli hasletler haline getirmişti. Pek çok üstün insanî özelliklerin arasında bu hasletlere yer verilmesi, onun peygamberlik görevini başarıya ulaştırmada önemli ölçüde yardımcı oldukları içindir. Hâsılı o, şahsiyetinin esasını teşkil eden bu ahlâki hasletleri, toplum liderinde bulunması gereken kimi üstün yetenekleriyle birleştirince Allah tarafından Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesiyle "güzel bir örnek" haline getirilmiştir.68


1 Prof. Dr, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, ademapak@hotmail.com
2 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, X, 85-89.
3 Çağrıca, Mustafa, “Ahlâk”, DİA, II, 1.
4 Firûzâbâdî, Ebu’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kûb (817/), el-Kâmûsü’l-Muhît, Beyrut 1986, s. 66.
5 Cevâd Ali, el-Mufassal, IV, 574.
6 Zevzenî, Şerhu’l-Mu‘allakâi’s-Seb’, Beytur ts. (Dâru Sâdır), s. 84.
7 Müslim, Müsâfirîn 139.
8 Şuarâ, 26/ 137; Kalem, 68/4.
9 Ahzâb, 33/ 21
10 Kalem, 68/4.
11 Müslim, Müsâfirîn, 139.
12 Muvattaa, Hüsnü'l-Huluk, 8.
13 Ebû Dâvûd, Sünnet 15.
14 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XII, 21.
15 Süheylî, Ravzü’l-Ünüf, V, 240.
16 İbn Hişâm, es-Sîre, I, 288-289; Belâzürî, Ensâb, I, 133, 150.
17 İbn Hişâm, es-Sîre, II, 124-126; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 228; Belâzürî, Ensâb, I, 260-261.
18 Nisâ, 4/58.
19 Müminûn, 23/8.
20 Buhârî, İlim, 2; Rikak, 35
21 Buhârî, Tefsir’l-Kur’ân, Suretü Tebbet, 1-3; Müslim, İmân, 355.
22 En’âm, 6/33.
23 Hûd, 11/ 112.
24 Tevbe, 9/ 119.
25 Ahkaf, 46/13.
26 Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103.
27 Mâlik, Muvatta, Kelam 19.
28 Ebû Dâvûd, Edeb 71.
29 Mutaffifîn, 83/1-6.
30 Müslim, İmân 164; İbn Mâce, Ticârât 45.
31 Âdiyât, 100/6.
32 İbrahim, 14/7.
33 İbrahim, 14/28-29.
34 Lokmân, 31/14.
35 Ebû Dâvûd, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35.
36 İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 109.
37 Müslim, Fedâil 102.
38 İbn Abdilberr, el-İstîâb, IV, 1891.
39 Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 117-118.
40 Enbiyâ, 21/107.
41 En’âm, 6/35.
42 Şuarâ, 26/1-6.
43 Fâtır, 35/8.
44 Yûnus, 10/99.
45 İbn Hişâm, es-Sîre, II, 60-63; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 210-212; Belâzürî, Ensâb, I, 227.
46 Buhârî, Menâkıb, 27; Müslim, Fezâil, 77.
47 Müslim, İmâre 19.
48 Buhârî, Hibe 12-13; Müslim, Hibât 9-19.
49 İbn Mâce, Ticârât 67.
50 Hadîd, 57/22-23.
51 Bakara, 2/155-157.
52 Müslim, Cenâiz 3; Ebû Dâvûd, Cenâiz 22.
53 Buhârî, Rikak, 6.
54 Mülk, 62/2.
55 Bakara, 2/155.
56 İbn Mâce, Fiten 23.
57 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, VIII, 397.
58 Mâide 5/54.
59 “Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: "Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!" diyerek dua et”. (İsrâ 17/24).
60 “Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir”. (Lokmân 31/18-19).
61 Câsiye 45/37.
62 Müslim, Cennet 64; Ebû Dâvûd, Edeb 40; İbn Mâce, Zühd 16, 23.
63 Buhârî, Edeb 6; Müslim, Cennet 46.
64 İbn Mace, Et’ıme 30.
65 Müslim, Talak 30.
66 Buhari, Enbiyâ 48.
67 Buhârî, Salât 55; Müslim, Mesâcid 19-23.
68 Uğur, Mücteba, “Asr-ı Saadette Sosyal Hayat”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, I, 159-172.

KAYNAKÇA
Belâzürî, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892), Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963.
Cevad Ali, el-Mufassa fî Tarihi’-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993.
Çağrıcı, Mustafa, “Ahlak”, DİA, II, 1.
Firuzâbâdî, Ebu’t-Tâhir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed (817/1415), Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut 1986.
İbn Abdilberr, İbn Ömer Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed (463/1071), el-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, I-VI, Kahire ts, (Dâru Nehdati Mısr). 62 Müslim, Cennet 64; Ebû Dâvûd, Edeb 40; İbn Mâce, Zühd 16, 23.