Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Hadis Kritigi

HADİS KRİTİĞİ ve HADİS METODOLOJİSİYLE MODERN TARİH METODOLOJİSİNİN MUKAYESESİ

Reem AZZAM-Mütercim: Halil KİLERCİOĞLU

 

Hadîs ilmi ve isnad

Hadîs kritiği, metin ve sened kritiği olarak iki kategoride ele alınır.

Hadîs, metin ve sened olarak iki bölümden oluşur. Bir metin, anlam olarak doğru da olsa, onun hadîs olduğunun tesbiti senede, yani güvenilir râviler zincirine bağlıdır. Buharî’nin hocalarından Abdullah İbn Mübarek (ö. 181 h.), “İsnad (senedi tesbit) dinin bir parçasıdır. İsnad olmasaydı, isteyen istediğini söyleyip, onu Resûlüllah’a atfedebilirdi.” der (Hasan, 11).

Hıristiyanlık’ta hadîs, isnadsız metinden ibarettir. Hz. İsa’dan yapılan nakillerde, ilk nesilde havariler, daha sonra kilise babaları otorite kabul edilmiştir. İslâm Hadîs ilmindeki gibi isnad olmadan, özellikle ilk dönemlerde nakillerin sözlü ve yazılan kitapların nüshalarının çok az sayıda olması, havarileri ve ilk dönem kilise babalarının mutlak mânâda doğru ve âdil kabul etsek bile, sonraki nesillerde bu nakillere herhangi bir şeyin karışmadığını iddia etmek çok zordur. Buna rağmen müsteşrikler, İslâm Hadîs ilminin, başka bir dünyada olmayan isnad usûlünü dillerine dolayabilmiş, İncil'ler hakkında bir şey demezken, hadîse gölge düşürmeye çalışmışlardır. Bunun maksatlı olduğunu anlamak zor olmasa gerektir.

Ahd-i Atik’te çok büyük ölçüde, Ahd-i Cedit’te ise hiç isnad yoktur. Bu gerçeği savuşturma gayesiyle, misyoner Jochen Katz, bu usûlün İslâm açısından ortaya atılmış bir uydurma olduğunu iddia eder. İsnad veya hadîsleri sened dediğimiz güvenilir râviler zincirine bağlama, Katz’a göre, Müslümanların uydurmasıdır. Evet, Katz böyle der; çünkü, Kitab-ı Mukaddes’in doğruluğunu test adına böyle bir usûl söz konusu değildir. Olsa idi ve Müslümanlar hadîsler için böyle bir usûl geliştirmemiş olsalardı, bu defa, hiç şüphesiz müsteşrik ve misyonerler, İslâm’da hadîsi bütünüyle topa tutar ve hiç kabul etmezlerdi. Buna karşılık, İslâm düşmanı denecek seviyede İslâm’la arası iyi olmayan Bernard Lewis ise, Hadîs ilmindeki bu usûlü, Hıristiyan ilmîliği ile karşılaştırır ve şu sonuca varır:

Müslüman âlimler, çok erken bir tarihte yalan şehadet ve dolayısıyla akideyi bozma tehlikesini görerek, Peygamber’den yapılan rivâyetler konusunda çok ayrıntılı bir tenkit ilmi geliştirdiler. Hadîs veya rivâyet ilmi denebilecek bu ilim, gerçi bazı noktalarda modern tarihî kaynak kritiğinden farklıdır ve modern ilim zihniyeti, eski dönemlere dayanan rivâyetlerin doğruluğu hakkında gelenekçi ilim adamlarının değerlendirmeleriyle tıpatıp uyuşmaz. Bununla birlikte, Müslüman hadîs âlimlerinin rivâyet zincirleri konusunda gösterdikleri dikkat ve bazı kelime ve râviler bakımından aralarında farklılık bulunan rivâyetleri de kaydetmede gösterdikleri hassasiyet, Orta Çağ (Müslüman) Arap tarihçiliğine profesyonellik ve ileri bir özellik kazandırmıştır. Bunun bir benzerine daha önceden rastlanmadığı gibi, Orta Çağ Batı dünyasında da rastlamak mümkün değildir. Lâtin Hıristiyan dünya, bu konuda İslâm Tarih yazma geleneğiyle karşılaştırılamayacak derecede basit olduğu gibi, bu konuda Lâtin dünyadan daha ileri olan Yunan Hıristiyan dünyası da, İslâm Tarih ilminin, hem verilen eserlerin sayısı, hem çeşitliliği ve hem de tahlil derinliği açısından çok gerisinde kalır (Lewis, 104-105).

Aynı konuda Montgomery Watt ise, şu değerlendirmeyi yapar:

Pek çok söz uydurulup, Hz. Muhammed’e mal edilebilirdi. Bu sebeple, Araplar'da nakil geleneği sözlü olduğundan, Hz. Muhammed’e atfedilen sözlerin doğru olup olmadığı konusunda tek delil, ancak o sözü nakledenleri araştımak olabilirdi. Böyle de yapıldı ve çok kısa bir zaman dilimi içinde Hadîs ilmi vücuda geldi. Anlaşıldı ki, ortada Hz. Muhammed’e atfedilen pek çok yalan söz dolaşmaktadır. Hemen râviler dikkatle süçgeçten geçirildi: birbirlerinden nakilde bulunan kimselerin birbirlerini görmüş olmalarının mümkün olup olmadığı araştırıldı; bu kişilerin nakildeki güvenilirlikleri üzerinde duruldu ve yanlış itikad sahibi olup olmadıkları incelendi. Neticede ortaya hacimli biyografiler (rical ve tabakat kitapları) çıktı ve bunlar, râvilerı, hocaları, talebeleri, ölüm tarihleri ve haklarında âlimlerin değerlendirmeleriyle ele aldı. Biyografi temelli bu rivâyet tenkidi, kamuoyunda hangi sözlerin hadîs kabul edilip, hangilerinin edilemeyeceği konusunda ortak bir kanaat oluşturdu (Watt, 124-125).

Nabia Abbott da, Hadîs ve onun kolu olan isnad ilmi konusunda şu değerlendirmede bulunur:

Hz. Muhammed’in, sahâbîleri ve onlardan sonra gelenlerce aktarılan hadîsleri, bir kaide olarak, bu aktarımın her basamağında kılı kırk yararcasına bir titizlikle gözden geçirilmiş ve hadîs diye adlandırılan bu çok önemli vakıa, sahâbe sözleri dahil, İslâmî 2’nci ve 3’üncü asırlarda metin ve muhteva olarak değil, sened olarak büyük bir gelişme göstermiştir (Abbott, II:2).

Bazıları hadîslerin sayıca çok oluşuna bakarak, hadîslerin güvenilirliğine şüphe ekmeye çalışmışlardır. Oysa çok basit geometrik bir gerçek vardır. Diyelim ki, bir hadîsi Hz. Peygamber’den (s.a.s.) iki sahâbî duydu. Bunlardan her biri, duyduklarını iki talebesine aktardı. Bu dört talebenin her biri de, yine ayni hadîsi iki talebesine aktardı. Bu şekilde geometrik bir katlanma ile hadîsler, 3’üncü nesilde meselâ İmam Buharî’ye ulaştığında, bir hadîs 8 aktarım zinciri, yani sened ve 14 kişiden gelmiş olacaktır. Bu vakıa, hem hadîslerde tekrarları çoğaltacak, hem de ciddî bir kritik gerektirecektir. İşte, İslâm hadîs âlimleri bunu yapmış, bir yandan aynı hadîsi güvendikleri senedlerle naklederlerken, bir yandan da, tarihte benzerine rastlanmayan çok ciddî bir isnad ilmi geliştirmişlerdir. Abbott, bu konuda da şunu söyler:

... Bu şekilde geometrik katlanma ile, 1-2.000 sahâbî ve önde gelen tabiînin naklettiği birkaç yüz hadîs bile, İbn Hanbel’e, Buharî’ye, Müslim’e varıncaya kadar, tabiî olarak büyük rakamlara ulaşacaktır. Bu sebeple, İbn Hanbel’in Müsned’inde ve benzeri eserlerde yer alan hadîsleri, sayı olarak çok görmemek gerekir (a.g.e. 72)

Modern Tarih Metodolojisi ve Hadîs Metodolojisi

Hadîslerin sıhhati ve bu konuda Müslüman Hadîs âlimlerinin yüzyıllar önce vücuda getirdikleri Hadîs kritiği ilmi, bilhassa Batılıların ve onların tesirinde kalan bir takım Müslüman ilim adamlarının tenkidine maruz kalmıştır. Bu konuda gerçeğin ne olduğunu ortaya koymak için, her iki grubun çok önem verdiği, Batı kaynaklı modern tarih metodolojisiyle Hadîs metodolojisini karşılaştırmak yerinde olacaktır.

Modern Tarih Metodolojisi

Bir hâdise meydana geldiği zaman, ancak ona şahit olanlarca ve onların, bilgi ve anlayışlarına dayalı olarak başkalarına nakletmesiyle bilinebilir. Günlük hayatta insanlar, olayın şahitlerinin yaptıkları doğru ve sağlam nakillere güvenirler. Adalet tanzim ve tevzi merkezleri olan mahkemelerde de, ancak şahitlerin şehadetine göre karar verilir. Bir tarihçiye göre, “Güvenilir şahitlerin nakilleri, tarihî olaylar hakkında tartışmasız bilgileri verir.” Hâdiseyi gören veya onun olduğu aynı dönemde yaşayanların güvenilir şehadetleri, tarihin temel kaynağıdır (Lucey, 18-22). Bu bakımdan, tarih metodolojisinin gayesi, bugün bize ulaşan çeşitli şehadetlerin sağlam delil olarak kabul edilip edilemeyeceğini tesbittir.

Tarihçi, herhangi bir hâdise hakkında doğrudan veya dolaylı bilgi veren kaynaklarını (kitap, parşümen, birkaç eşya, resim, radyo klibi, sözlü anlatım vs.) topladıktan sonra, bunları tenkit tekniklerine göre değerlendirmeye tâbi tutar. Bu tenkitten maksat, kaynağın güvenilirliğini ve nakil esnasında değişikliğe uğrayıp uğramadığını tesbit etmektir. Buna, haricî tenkit diyebiliriz. Bir de dahilî tenkit vardır ki, bu da, şahitlik ifade eden söz veya malzemenin mânâsını ve bizzat şahidin, ilk ve ana kaynağın güvenilir olup olmadığını anlamaktır (Lucey, 23). Netice olarak, söz konusu kaynak tenkit prensipleri, olguları ve gerçekleri tesbite ve onları, kendilerine karışmış bulunan yanlışlıklardan arındırmaya hizmet eder.

Haricî tenkit

Haricî tenkit, belli bir kaynağın, dahilî tenkidin sahasına giren muhtevasına bakmadan, menşeini araştırmakla ilgilenir. Tarihçi, kaynağın menşei, yani neye ve kime dayandığıyla ilgili olarak bütün mümkün ve muhtemel bilgileri araştırır ve kaynağı ilk hâline ircaya çalışır (Lucey, 23). Bunu, kaynağın doğruluğundan emin olmak için yapar. Kaynağın doğruluğundan emin olmak demek, gerçekten onun kendisine atfedildiği şahsa ve/veya döneme ait ve o kaynağın, gerçekten iddia edilen kaynak olup olmadığını tam tesbit etmek demektir. Bu tesbit, ayrıca, o kaynağın (kitap, tarihî eser, sözlü anlatım vs.) günümüze gelinceye kadar bir değişikliğe uğrayıp uğramadığını, uğramışsa, hangi değişikliklere maruz kaldığını ortaya koymayı da içine alır. Yani haricî tenkit, bir bakıma, kaynağın nakledildiği zincirin sağlamlığını araştırmak demektir.

Haricî tenkitte ilk adım olan şahitliği tesbitte cevaplanması gereken pek çok sorular vardır. Her şeyden önce, kaynağın menşei ve ilk defa nerede bulunduğu çok iyi bilinmelidir (Marwick, 222). Söz gelimi, Yemen’de yapılan kazılarda bir Mısır çömleği bulunmuş olsa, bunun bulunduğu yer, iki ülke arasında ticarete işaret olabileceği için çok önemlidir. Buna ek olarak, kaynağın hangi tarihten kalma olduğu da bilinmeli ve bu tarihin incelemenin yapıldığı döneme yakınlığı da tesbit edilmelidir (Marwick, 222). Bu bilgi ve tesbitler, dahilî tenkitte kaynağın güvenilirliğini ispatlamak için de önem arz etmektedir.

Tarihçiler, her ne kadar eserin sahibini teşhis etmek, onun doğruluğunu tesbitte ilk adım olsa da, yazar veya eseri meydana getiren ile doğruluğu birbirinden ayırırlar (Lucey, 47). Meselâ, müstear isimler taşıyan bazı eski yazılar gibi, anonim bir belgenin, ait olduğu dönem ve yer bilindiği takdirde, doğru olması pekalâ mümkündür. Bununla birlikte, bazı durumlarda eserin sahibinin bilinmesi de elbette önemli ve gereklidir.

Haricî tenkitte ikinci ve son adım, kaynağın sağlamlığını, bir başka ifadeyle, kaynağın veya şehadetin tarihçiye ilk hâliyle ulaşıp ulaşmadığını test etmektir. Ancak bu yapıldıktan sonradır ki, hâdiseye şahitlik hakkında kesin bir sonuca varılabilir (Lucey, 62). Eğer şahitlikte zamanla değişiklikler olmuşsa, tarihçi, bu değişiklikleri tesbit edip, şahidi ilk orijinal şekliyle bulabilmelidir. Şahitlikte veya hâdiseyi bize taşıyan vasıtalarda kasıtlı veya kasıtsız değiştirmeler, eklemeler, çıkarmalar yapılmış olsa bile, kaynağın, en azından varlığıyla sağlamlığı iyi tesbit edilmelidir. Bununla birlikte yine belirtmeliyiz ki, dikkatsiz çoğaltmadan kaynaklanan değişiklikler bile çok yanlış anlamalara yol açabilmektedir (Lucey, 62). Haricî tenkit tam olarak yapıldıktan sonra tarihçi, elindeki şehadeti değerlendirmeye geçebilir.

Dahilî tenkit

Dahilî tenkit, kaynağın muhtevasıyla ilgilenir ve haricî tenkidi takip eder (Lucey, 24). Bundan gaye, şehadetin güvenilirliğini ölçmektir. Tarihçi, dahilî tenkitte şahidin şehadetiyle ne demek istediğini araştırır. Şahidin güvenilirliğini tesbit, hem onun hâdise ve ilgili konular hakkındaki bilgisini hem de doğru sözlülüğünü ortaya çıkarmakla mümkün olur. Pratikte, muhteva doğru görünmekle birlikte, şahit güven vermediği için pek çok şehadet (belge) reddedilebilmektedir (Lucey, 24). Dilin sürekli değişen bir vakıa olduğu nazara alınırsa, bir şehadetteki gerçek mânâyı ortaya çıkarmanın kolay bir iş olmadığı anlaşılır. Çok defa, kelimeler kendi basit anlamlarında kullanılmaz ve kendilerine yeni mânâlar katılır. Tarihçi, şehadeti anlamak için, yazar veya şahidin belli kelimelere yüklediği mânâları araştırma ihtiyacı duyar. O, ayrıca, kaynağın veya şehadetin dayandığı tarihte kullanılan deyimleri de bilme ihtiyacındadır. Kısaca, tarihçi, kaynağın ait bulunduğu dili çok iyi bilmelidir.

Bir kaynak veya şehadeti gereğince anlamak için, o kaynağı getiren kişi veya kişileri de, görüşleri, inançları, tavırları, ilgi sahaları, siyasi temayülleri, karakterleri, hayattaki mevkileri ve davranış biçimleriyle tanımak gerekir (Marwick 223; Lucey, 73). Hattâ yaşları ve mizaçları bile önemlidir (Lucey, 78). Bunların yanısıra, bu kaynağın ele alınan hâdise ile ilgisi de ayrıca mühimdir. Tarihçi, şehadetin muhtevasını doğru anladıktan ve şahidin ne demek istediğini keşfettikten sonra, onun güvenilirliğini tesbit konusunda bir adım daha atabilir.

Bu ikinci adım, hâdiseye şahitlik yapan kişi veya kişilerin birinci elden şahit olup olmadıklarını ve dürüstlüklerini tesbit safhasıdır. Bu merhalede, şahidin adalet veya dürüstlüğünü tesbitte kesin olmak ve şüphe taşımamak mutlaka gereklidir (Lucey, 73). Bütünüyle güvenilmez olduğu ortaya çıkmadıkça, bir şahidin şahitliği toptan reddedilmez. Şahitliği temelde doğru olduğu sürece, yaptığı bazı hatalardan dolayı da şahidin bütün bütün güvenilmezliği sonucuna varılamaz. Tarihçinin ifadesiyle, “Şehadetin güvenilirliği şahidin doğruluğu ve kabiliyetine de bakar. Yani, şahit hâdiseyi gözlem kabiliyetine sahip olmalı, şahitliğini doğrulama imkânı bulunmalı ve dürüst bilinmelidir. Böyle bir şahidin şahitliğinde yaptığı hatalar, herkesin yapabileceği hatalar olarak görülür (Lucey, 73-74).

Kaynağın güvenilirliğini tesbite yarayacak diğer unsurlar arasında, onun ne tür bir kaynak olduğunun, ayrıca niteliğinin ve gayesinin bilinmesi de söz konusudur (Lucey 77). Her bir tür kaynak, kendi sahasında değerlendirilir. Meselâ, bir sempozyuma, hiçbir zaman bir başyazı gibi bakılmaz (Lucey 77). Buna ek olarak, bilhassa bazı şahitlerin idrak seviyesi, ahlâkî yapısı ve becerileri, bilhassa toplum tarafından kabul edilmiş olmalıdır (Lucey 78). Aksi ortaya çıkmadıkça, kimse bu tür şahitlerin şahitliğine karşı çıkma gereği duymaz.

Bu basamakta, tarihçinin dikkat etmesi gereken birkaç nokta daha vardır. Bir defa o, bir şahidin bir hâdiseyi gözlemiş olmasını, onun bu sahadaki becerisi olarak almamalıdır. Hâdise olurken orada bulunmak ayrıdır; hâdiseyi gözlemek için bulunmak ayrıdır. İkinci olarak, gözlem ve nakil kabiliyetini tesbitte hâfıza, ön yargı, gözlem ve hâdiseyi görme yeri ve açısı da önemlidir (Lucey, 78).

Tarihçiler, tek bir kişinin şahitliğini kabul etme yanlısı değilse de, şahit, ilgili sahada vasıflı biri olduğu zaman, böyle bir şahitliği kabul ederler. Bununla birlikte, şahitlerin sayısı ne kadar çok ise, tabiî şehadet o kadar değer kazanır. Hiç şüphesiz bu şahitler, becerikli, dürüst ve ayrıca hâdiseyi yakından görmüş veya gerekli sıfatlara sahip bir başka şahitten bizzat dinlemiş olmalıdırlar (Lucey, 79). Yeterli sıfatlara sahip ne kadar çok şahit varsa, tarihçinin işi o kadar kolaydır. Tarihçi, bunların şehadetleri arasında karşılaştırmalar yapar, şehadetlerdeki hataları ayıklama imkânı bulur ve şahitlerin güvenilirliğini tesbitte güvenilir kaynaklara sahip olur.

Güvenilirlik açısından bir kaynağı diğerleriyle karşılaştırmada üç imkân veya ihtimal vardır. Diğerleri, söz konusu kaynak üzerinde birleşebilir, birleşemez veya sessiz kalırlar. Sadece kaynaklar arasında anlaşma veya uyuşma, o kaynağın güvenilirliğini tesbit için yeterli değildir. Kaynakların kararlarında bağımsız olup olmadıkları da önemlidir; çünkü her zaman için bir hile, komplo veya tek bir ana kaynağa bağımlılık söz konusu olabilir (Lucey, 80). Bilhassa bir hâdise kamuyu ilgilendiren ve çoklarının gözü önünde cereyan etmiş bir hâdise ise, onu anlatan pek çok bağımsız kaynak bulunmalıdır. Eğer kaynaklar arasında anlaşmazlık varsa, anlaşmazlığın derecesi ve kaynakların niteliği incelenir. Ayrıntılarda ve basit noktalarda farklılıklar, kaynağı güvenilir saymaya yetmez; çünkü bunlar, her zaman rastlanabilecek türden farklılıklardır (Lucey, 81). Sadece görünüşteki uyuşmazlık ve anlaşmazlıklarla gerçek uyuşmazlık ve anlaşmazlıklar birbirine karıştırılmamalıdır (Lucey, 83). Eğer kaynaklar arasında temelde çelişki varsa, bu durumda, kaynaklardan biri başka yollarla güvenilirlik kazanıncaya kadar, o kaynakların hiç biri kullanılmaz. Konu, bilhassa üzerinde çok anlaşmazlık bulunan ve çok tartışılan bir konu ise, bu takdirde, o konuya taraf grupların ve aşırıların şahitlikleri çok dikkatle ele alınmalıdır. Kaynaklar veya şahitlik konusunda sessiz kalınması hâlinde ise, böyle bir şahitliği kabul etmek zorlaşır; ama o reddedilmez de. Reddetmek için, sessiz kalan şahitlerin, hâdiseyi bilme imkânlarının bulunduğundan ve onu nakledebilecek bir pozisyonda olduklarından emin olmak lâzımdır (Lucey, 84). Bunlar ise, tesbiti zor meselelerdir.

Tarihçi, kaynakları arasında eleme yaptıktan ve haricî, dahilî tenkit kaidelerini dikkatle uyguladıktan sonra yazmaya geçebilir. Bir hâdiseyle ilgili malzemeleri düzene sokmak ve onların sentezini yapıp, hâdiseyi doğru bir şekilde kayda geçirmek, tarihçi hesabına ciddî ve gerçekçi yorum isteyen bir meseledir. Onun güvenilir kaynaklarını yorumlamadaki tavrı, ilgili hâdiseyi kayda geçirmesini şekillendirecek bir faktördür.

Hadîs Metodolojisine Giriş

Hadîs, Peygamberimiz Hz. Muhammed’den (s.a.s.) nakledilen söz ve davranışlardır. Hadîslerle Peygamberimiz’in hayatını, misyonunu ve bunu nasıl yerine getirdiğini, yani O’nun sünnetini önemli ölçüde öğrenme imkânı buluruz. Hadîs bilgisi, Müslümanın en temel dinî yükümlülüklerini yerine getirmesinde çok önemli bir yere sahiptir.

Peygamberimiz, dini ashâbına talim ederken tekrar, sorma, yazdırma ve bizzat uygulayarak gösterme gibi pek çok usûller takip etmiştir. Bu talimden sonra O, bir de ashâbını dinlerdi. Ashâbının yanısıra, dışarıdan gelen heyetler de Kur’ân ve sünnet konusunda eğitilirdi. Hz. Peygamber, neyi ne kadar öğrendiklerini anlamak için onlara da sorular sorardı (A’zami 9). Ayrıca, Resûlüllah (s.a.s.) tarafından değişik yerlere ve kişilere gönderilen ve bazısı gerçekten uzun olan mektuplar içinde bazı hususi meseleleri ele alanlar da vardı ve bunlar da sünneti öğrenmede bir yoldu. Kısaca, Resûlüllah (s.a.s.) döneminde, yazmanın belli bir yeri vardı ve O’nun en az 45 kâtibinin bulunduğu vakidir (A’zami 10). Bu kâtipler içinde bulunan, meselâ Hz. Ali’nin (r.a.), bazı hutbelerini çoğalttırıp, bir takım kişilere gönderdiği bilinmektedir. Bütün bunların ötesinde, Allah Resûlü’nün bizzat hayatı ve uygulamaları, herkes için talimat niteliğindeydi. Çünkü O, “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle namaz kılın.” (Buhari, ezan 18); “Hacc’ın menasikini benden alın.” (Nesâî, menasik 220) buyurmuştu. Kendisine soru soran bir kişiyi bazen yanında alıkoyar ve onun, sorduğu konuyu bizzat gözleyerek öğrenmesini tercih ederdi (A’zami 10).1

Allah Resûlü’nün (s.a.s.) sünnetini öğretme ve yayma konusunda tatbik ettiği usûllerden bir diğeri, bugün için okul diyebileceğimiz bazı müesseseler teşkiliydi. Denebilir ki, en meşhurunu Suffa’nın oluşturduğu bu müesseseler, O daha Medine’yi teşrif buyurur buyurmaz vücut bulmaya başlamıştı. O, bu müesseselerde yetişen muallimleri değişik yerlere gönderiyordu. Ashabına, kendisinden öğrendiklerini başkalarına yaymalarını teşvik ediyor, meselâ, “Bir âyet de olsa, benden öğrendiğinizi yayın.” (Buhari, enbiya 50) buyuruyordu (A’zami, 10). Meşhur Veda Hutbesi’nde, “Burada hazır bulunanlar, benden duyduklarını hazır bulunmayanlara bildirsinler.” buyurmuştu (Buhari, ilim 9, 10). Bütün bunların tabiî neticesi olarak Ashâb-ı Kirâm, Resûlüllah’ın sözlerini ve davranışlarını başkalarına da anlatırlardı. Allah Resûlü’nün bu maksatla etrafa heyetler gönderdiği de olurdu. Öğretme ve öğrenmenin fazileti üzerinde ısrarla duruyordu.

Ashâb-ı Kirâm’ın ise, bütün varlıklarıyla sevip takip ettikleri bir zâtı gözleme ve O’nun yaptıklarını başkalarına da anlatma konusunda nasıl şevkli ve dikkatli olacaklarını söylemeye gerek yoktur. Onlar, Allah Resûlü’nü, hayatlarını O’nun uğrunda seve seve verecek ölçüde seviyorlardı. Hem bu sebeple, hem O’nunla olan hatıralarından dolayı ve hem de Resûlüllah’ın sünnetini öğretmedeki usûllerini bizzat görmüş olmaları hasebiyle, O’nun sünnetini öğrenmekle kalmamış, ayrıca ezberleme ve yazıya geçirme yollarıyla onu muhafaza da etmişlerdi. Bazen bir araya gelir, Resûlüllah’tan duyduklarını ve öğrendiklerini aralarında müzakere de ederlerdi. Resûlüllah’a benzemek, onlar için en büyük hedefti. O’nun vefatından sonra da bu gayretlerinden asla geri durmadılar. Ali b. Ebî Talip, İbn Mes’ûd, Ebû Said el-Hudri gibi sahâbîlerin, kendilerinden sonrakilere, yani tabiîne hadîsleri ezberlemeyi tavsiye ettikleri de bilinmektedir (A’zami, 15).

Resûlüllah’ın vefatından sonra İslâm, Arabistan’ın sınırlarını aştı ve uzak memleketlere yayıldı. Bu işi yapanlar da sahâbîler olduğu için, onlar da fethedilen yerlere dağıldılar ve hadîsleri oralara götürdüler. Tabiî ki, her sahâbînin sünnet bilgisi birbirinin aynısı değildi; bazıları, Resûlüllah’la daha çok beraber olmuştu; bazıları, daha zeki ve idrak kabiliyeti daha yüksekti. Bu sebeple, bir takım konuları diğerlerine nazaran daha fazla bilenler bulunduğu gibi, birinin duymadığını da bir başkası duymuş oluyordu. Onlar, gittikleri yerlerde, yeni Müslüman olan nesillere sünneti anlattılar. Yeni Müslüman olanların, hem Peygamber Efendimiz’e karşı duydukları alâkadan dolayı, hem de öğrenme maksadıyla, karşılaştıkları sahâbîlere, “Bize Resûlüllah’tan bir hadîs naklet.” demeleri, âdeta devrin en belirgin hususiyetlerindendi. Şu kadar ki, yukarıda arz olunan sebeplerden dolayı, sünnet, her Müslüman beldesine aynı ölçüde gitmedi ve yayılmadı. Bilhassa onu yeni öğrenenlerin başkalarına nakillerinde hatalar görülmeye başladı ve özellikle Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci döneminde başlayan fitnelerin yol açtığı bazı akımlar sebebiyle hadîs uydurma vak’aları da gözlenir oldu. Bütün bunlar, hadîs tenkit tekniğinin ortaya çıkmasına yol açtığı gibi, hadîsleri öğrenmek ve öğretmek için yeni usûllerin gelişmesine de katkıda bulundu.

Hadîsleri korumada bütün usûller önemli ise de, bunların en yaygını, hadîsleri bilen birinin onları başkalarına anlatması idi. Bilhassa hadîste önde görülen zâtların etrafında ‘talebeler' birikiyor ve bunların, o zâttan duyduklarını kayda geçtikleri de oluyordu. Zaman zaman da, talebelerin ve bazı âlimlerin, hadîste önde görülen zâtları ölçmek için, talebelerin kayda geçirdiği hadîslerin arasına ilâvelerde bulunup, sonra da bunların yazılı olduğu nüshaları o zâtlara takdim etmelerine rastlanıyordu. İlâveleri tanıyamayan zâtlar, güvenilmez kabul ediliyordu (A’zami, 17). Ayrıca, 2’nci asrın başından itibaren öğrenciler, öğrendikleri hadîsleri hocalarına okurlardı (A’zami, 19). Bu, diğer talebelerin de huzurunda olurdu ve onlar da, okunanı ellerindeki nüshalardan takip ederlerdi. Her hadîs okundukça, o hadîsi çerçeve içine alırlar, bu hadîs başkaları tarafından okununca, okunduğunu gösteren bir işaret daha konur ve böylece bir hadîs defalarca gözden geçmiş olurdu. Yine erken dönemlerden itibaren, talebelerin kayda geçirdikleri hadîslerden meydana gelen nüshalar, birbirleriyle karşılaştırılırdı. Bu şekilde, yazarken ortaya çıkan yanlışlar da giderilmiş olurdu.

Hadîs öğrenme, öğretme, nakil ve tahkikinde takip edilen başka usûller de varsa da, bunlar üzerinde durmak, esasen bu incelemenin mevzuu değildir. Burada bu konuda son olarak şu kadarını belirtelim ki, hadîs nakillerinde geçen “haddesenâ (bize bildirdi, söyledi); ahberanâ (bize haber verdi); an (-den, -dan)” gibi ifadeler, günümüzde maalesef nakillerin sadece sözlü olduğu gibi yanlış bir anlamaya yol açmaktadır ki, gerçek, hiç de böyle değildir. Yukarıda geçtiği gibi, nakiller, sözlü olduğu kadar yazılı yollarla da olurdu.

İsnad, Metin ve Hadîsleri Sınıflandırma

Bir hadîsin naklinde yer alan kişiler isnad’ı oluştururlar. İsnad, bize hadîsin nakil yollarını bildirir ve bu bilgi, daha sonra hadîsin aslî bir parçasını teşkil etmiştir. Abdullah İbn Mübarek’in isnadla ilgili sözü yukarıda geçmişti. İsnadın, sahâbe arasında fitneler çıkmadan bile kullanıldığına dair işaretler var ise de - ki sahâbî, birbirlerinden duyduklarını bile, bilhassa hadîsin nasıl anlaşıldığı konusunda tahkike tâbi tutarlardı - isnad usûlünün gelişmesi birinci asırdan sonradır. Hadîsin, Peygamber Efendimiz’in sözünden oluşan diğer kısmına ise metin denilir.

Hadîsler, belli ölçüler ışığında belli kategorilere ayrılmıştır. Burada kısaca başlıca 7 kategoriden bahsedebiliriz:

1. Belli bir ilk otorotiye dayanması açısından hadîsler;

2. İsnaddaki bağlantılara veya isnad zincirinin halkalarına göre hadîsler;

3. İsnad zincirinin her halkasında yer alan râvilere göre hadîsler;

4. Nakil usûlüne göre hadîsler;

5. İsnad ve metnin keyfiyetine göre hadîsler;

6. İsnad veya metinde görülen bir kusura göre hadîsler;

7. Râvilerin hâfızalarına ve güvenilirliklerine göre hadîsler (Hasan 14-16).

Şimdi, kısaca bu kategorilere dahil olan hadîslere temas edelim:

1. Birinci kategori, hadîslerin Peygamber Efendimiz’e veya sahâbeye veya tabiîne dayanması açısından merfû, mevkûf ve maktû' olarak 3’e ayrılır. Merfû hadîs, râvi zincirinde kopukluk olsun veya olmasın, ilk kaynak olarak Peygamberimiz’e uzanan hadîstir. Sahâbeye kadar gidip, Peygamberimiz’e uzanmayan, yani söz kendisine ait olan sahâbenin onu Resûlüllah’tan duyduğunu tasrih etmediği hadîse mevkûf; sadece tabiînde kalıp, sahâbe ve Resûlüllah’a uzanmayan, yani söz kendisinden nakledilen tabiînin onu sahâbe’den ve sahâbenin de Resûllüllah’tan duyduğunu açıkça belirtmediği hadîse ise maktû' hadîs denilir. Bu sınıflamada en güçlü hadîs, tabiî ki merfû olandır (Burton, 112).

2. Sonu mutlaka Resûlüllah’ta biten isnaddaki bağlantılara veya isnad zincirinin halkalarına göre yapılan sınıflandırmada en kuvvetli hadîs müsned hadîstir ki (Burton, 111), bunun râvî zincirinde herhangi bir kayıp halka söz konusu olmadan, hadîs kesintisiz biçimde Resûlüllah’a kadar uzanır. Bu kategoride yer alan mürsel hadîs, hadîsi rivâyet eden tabiînin, hadîsi kendisinden aldığı sahâbeyi zikretmeden onu doğrudan Resûlüllah’a isnad ettiği hadîstir. Zincirde, hadîsi son olarak rivâyet eden hadîsçiye en yakın halkanın yer almadığı hadîse ise munkatı’ hadîs denilir. Buradaki kayıp halkanın iki ayrı nesilden olması şart değildir. Bir râvi, aynı çağda yaşadığı hâlde görmediği bir başka râviden rivâyette bulunursa veya râvi, hadîsi kendisinden aldığı şahsın ismini zikretmez, bunun yerine, meselâ “bir kimse” gibi bir tabir kullanırsa, bu hadîs de munkatı’dır (Hasan, 22). İsnadda, art arda birden fazla kayıp halka söz konusu ise, böyle nakledilen hadîse mu’dal; zincirde hiçbir halka yok ve hadîsin son râvisi onu doğrudan Resûlüllah’a atfederek rivâyet ediyorsa, buna muallak denilir (Hasan, 22).

3. İsnadın her bir halkasında kaç râvinin yer aldığına, bir başka ifadeyle, her nakil safhasında hadîsin kaç râvi tarafından rivâyet edildiğine göre yapılan sınıflandırmada ise karşımıza iki tür hadîs çıkmaktadır. Bunlardan mütevatir hadîs, her halkasında, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan çok sayıda râvinin yer aldığı hadîstir. Bu çok sayıdanın alt sınırı genellikle 4 kabul edilir (A’zami, 43). Hadîs, mânâ veya lâfız açısından mütevatir olabilir; yani bazen metinde mânâya tesir etmeyecek farklılıklar bulunmakla birlikte, aynı mânâya gelen mütevatir hadîs, mânâ açısından mütevatirdir ki, mütevatir hadîslerin çoğu bu şıkka dahildir. Rivâyet zincirinin her halkasında râvi sayısı onu mütevatir yapacak çoğunluğa ulaşmayan hadîse ise âhad hadîs denilir. Eğer her halkada tek bir râvi varsa, bu tür âhad hadîse garîp, her halkada en az 2 râvi varsa, buna azîz, eğer en az 3 tane varsa, buna ise meşhûr hadîs denilir. Tek veya iki sahâbîye dayandığı, yani başlangıcı itibariyle garîp veya azîz olduğu hâlde, halkalardaki râvi sayısı daha sonra artan hadîsler için de meşhûr tabiri kullanılmaktadır (Hasan, 32).

4. Dördüncü kategorideki hadîsler, nakledilme tarzına göredir. Daha önce de belirtildiği gibi, hadîsin alınma şeklini gösteren “Haddesenâ (bize hadîs olarak söyledi), ahberanâ (bize haber verdi), semi’tu (işittim), an (-den, -dan), kâle (dedi)” gibi ifadeler, hadîsin sıhhatini belirtmede belli bir öneme sahiptir. Bunlardan ilk üçü, hadîsi rivâyet edenin onu, rivâyet ettiği şahıstan, büyük çoğunlukla şeyhinden, hocasından bizzat duyduğunu gösterir. ‘An’ ve ‘kâle’ ise, müphemiyet belirtir ve râvi, o hadîsi hocasından ya doğrudan veya bir başkası kanalıyla almıştır, fakat hocasına isnad etmektedir. Bu iki ifadenin kullanılması hadîste za’fa yol açar ki, buna tedlis denilir. Böyle rivâyet edilen hadîs ise müdelles hadîstir. Müdellesin bir şekli, bu şekilde, güvenilir râvinin kendisinden bizzat işitmediği hâlde, hocasına veya görmediği bir çağdaşına atfettiği hadîstir. Diğer şekli ise, güvenilir bir râvinin zayıf bir râviden, onun da güvenilir bir râviden rivâyet ettiği hadîstir. Hadîsi rivâyet eden son ve güvenilir râvi, hadîsi hocasından işittiğini belirttikten sonra, onun hadîsi kendisinden aldığı zayıf râviyi atlar ve ‘an’ diyerek, hocasını bir önceki halkada güvenilir râviye bağlar (Hasan, 34). Eğer isnadın tamamında bütün râviler aynı nakil tarzını kullanırsa, bu, o hadîste tedlis ihtimalini ortadan kaldırır veya asgariye indirir ve böyle rivâyet edilen hadîse müselsel hadîs denir.

5. Beşinci kategori, hadîslerin, metnin veya isnadın keyfiyetine göre sınıflandırıldığı kategoridir. İmam Şafiî’ye göre, güvenilir bir kimsenin rivâyet ettiği hadîs, kendisinden daha çok güvenilir bir başkasının rivâyetiyle uyuşmuyorsa, bu hadîse şaz denir. İbn Hacer el-Askalânî’ye göre, zayıf bir râvinin rivâyeti sahih bir rivâyetle çelişirse, bu hadîs, münker hadîstir. Bazı âlimler, zayıf râvilerin rivâyetlerinin hepsine münker nazarıyla bakarlar. Rivâyet zinciri nisbeten sağlam olmakla birlikte, metni mânâ ve muhtevası açısından Resûlüllah’a ait olarak görmek âdeta mümkün değil ise, yani bu metin, sünnetin bilinen prensiplerine muarızsa, bu hadîs de münkerdir. Eğer hadîste, güvenilir bir râvinin kattığı, fakat başka güvenilir râvilerin rivâyetlerinde yer almayan bir ilâve varsa ve bu ilâve mânâ ve muhteva açısından kabul edilebilir bir ilâve ise, bu, ziyadetü sîka (güvenilir râvinin ilâvesi) olarak adlandırılır. Bununla birlikte, içinde râvinin ilâvesi bulunan hadîslere müdrec adı verilir. Bu, daha çok, hadîste açıklanmasına ihtiyaç duyulan bir kelimeyi açıklamak için yapılır. Nadiren olmakla birlikte, isnadda da ilâve bulunabilir. Yani bir râvi, isnadın bir kısmını alır ve onu başka isnada ilâve eder. Fakat, bu şekilde isnad veya metinde derc, yani katma alışkanlığı bulunan râvi ise, güvenilmez ve yalancı bir râvidir. Şu kadar ki, bu ilâveleri hadîsi açıklama için yapan râvilere karşı âlimler daha hoşgörülüdürler (Hasan, 37-39).

6. Altıncı kategoride isnad veya metninde kusur (illet) bulunan hadîsler yer alır ki, bunlara ma’lûl veya muallel denir. Bu kusur bazen, hadîs mürsel iken ona müsned deme veya aslında bir başka sahâbîye ait bulunan bir hadîsi, başka bir sahâbîye atfetme şeklinde olur. Bu tür kusurları tesbit etmek için, bir hadîsin bütün isnadlarını bulup incelemek gerekir. Meselâ, bazı âlimler, hangi tabiîlerin hangi sahâbîlerden hadîs aldıklarıyla ilgili eserler telif etmişlerdir. Bu eserlere göre, söz gelimi, Hasan-ı Basrî, Hz. Ali’yi görmemiştir; görmüşse bile, zayıf bir ihtimal olarak, ancak daha çocukken Medine’de görmüş olabilir. Bunun tesbiti, bilhassa bazı sofiyenin Hasan-ı Basrî kanalıyla Hz. Ali’ye dayandırdıkları rivâyetler için önemlidir (Hasan, 42-43).

Bir hadîsin isnad veya metninde anlaşmazlık noktaları bulunması ve bunların nihai bir çözüme kavuşturulmamış olması da, o hadîs için kusurdur ki, böylesi hadîslere muzdarip hadîs denilir. Eğer isnadda bir isim ters şekilde, meselâ Ka’b İbn Mürre ismi, Mürre İbn Ka’b şeklinde geçiyorsa veya metinde cümle kuruluşunda benzer bir durum söz konusu ise, böyle hadîsler maklûb hadîslerdir (A’zami, 66). Metnin, gerçekte kendisine ait bulunduğundan daha başka bir isnada veya isnadın daha başka bir metne aidiyeti söz konusu ise, bu da hadîs için bir illettir ve bunlar da maklûb hadîs sınıfına girer (Hasan, 41-42).

7. Yedinci ve son kategori, hadîs hakkında nihâî hükmü vermede çok önemli olan râvilerin durumuna göre yapılan sınıflandırmadır. ‘Âdil, hâfız, sâbit, sika’ râvilerce rivâyet edilen hadîsler sahih hadîslerdir. Âdil demek, dindar, dürüst, bütün söz ve muamelelerinde güvenilir Müslüman demektir. Güvenilir ve hâfızası en kuvvetli olanlar için hâfız, sözlü rivâyeti üzerinde en çok ittifak bulunan râviler için sâbit, en güvenilir râviler için de sika tabiri kullanılır. Bir veya bir kaç açıdan bu seviyeyi tutturamayan, fakat tenkide de uğramamış bir râvinin rivâyetine hasen, hâfızası zayıf veya bazen dikkatsizlikten dolayı hatalar yapan râvinin rivâyetine ise zayıf hadîs denir (Burton, 110-111).

Bir hadîs hakkında nihai hükmü vermede başka ölçüler de vardır. İbn Salâh, “Sahih hadîs, sağlam ve kesintisiz isnada sahip, hâfızası yerinde güvenilir râvilerin rivâyet ettiği ve metninde illet bulunmayan hadîstir.” der. Tirmizî’ye göre hasen hadîs, şaz olmayan, isnadında hakkında menfi söz söylenmiş râvi bulunmayan ve birden fazla rivâyet yolu olan hadîstir (Hasan, 44-46). Hasen seviyesine çıkamamış hadîsler zayıf hadîs kategorisine girer ve bu, daha çok isnaddaki bir kesintiden kaynaklanır. İsnaddaki râvilerden birinde kusur var ise, bu da, hadîsin za’fına sebeptir. Eğer bir hadîste fazla ve ciddî kusur (illet) varsa, bu takdirde o hadîs için mevzû (uydurma) hükmü bile verildiği olur. Zehebî’ye göre mevzû hadîs, metni bilinen sünnete ters veya isnadında yalancı bulunan rivâyetlerdir. Bilinen, nerede ve ne zaman olduğu tarihçe sabit bir hâdise hakkında bunlara ters bilgi veren rivâyetlere de mevzû nazarıyla bakılmıştır (Hasan, 49).

Sonuç olarak, burada sathî denebilecek bir hadîs tasnifinde bulunduk. Hadîs ilmi, çok derin ve kompleks bir ilim olup, hadîs âlimleri, Peygamber Efendimiz’e isnad edilen rivâyetlere yaklaşım konusunda gerçekten çok önemli, çok perspektifli ölçüler getirmiş ve bu rivâyetler üzerinde titizlikle durmuşlardır.

Hadîs Metodolojisi ve Modern Tarih Metodolojisinin Mukayesesi

Arada asırlar olmasına rağmen, hadîs âlimlerinin hadîslerin sıhhatini tesbit konusunda geliştirdikleri metodoloji ile, modern tarih metodolojisi pek çok yönlerden önemli benzerlikler arz etmektedir. Yukarıda geçtiği gibi, tarihçi, haricî ve dahilî tenkit yoluyla, kaynak veya şehadet nakil sürecinde değişikliklere uğramış olsun veya olmasın, belli bir kaynak veya şehadetin menşeini, şehadetin gerçek mânâsını ve şâhidin yeterli ve doğru sözlü olup olmadığını araştırır. Hadîsçiler de, aynı şekilde, hadîsin ilk kaynağını bulmaya çalışırlar; bu kaynak, ya Allah Resûlü’dür (s.a.s.), ya sahâbedir veya tabiîndir. Hadîsçiler için bu araştırmada isnad çok önemlidir. Hadîsin teşrîî ehemmiyetinden dolayı, kaynağının bilinmesi oldukça mühimdir. Bu noktada tarihçiler, kaynağı bilinmeyen (anonim) şehadetlere de önem verirler. Bu ise, hadîs için geçerli değildir. Bir diğer husus, tarihçiler gibi hadîs âlimleri de, isnadın güvenilirliğini tesbit açısından, belli rivâyet konusunda yer ve zamana dikkat ederler.

Rivâyetlerde güvenilirlik ve sağlamlık, hadîsçiler için de tarihçiler için de önemlidir. Fakat nakilci ve şahit, görevini yapar, yani bir hâdiseyi aktarır veya kayda geçerken, bunu inceleyecek olan tarihçiyi aklına bile getirmez; hattâ çok defa, bunun tarihe malzeme olacağını da düşünmez ve dolayısıyla dikkatsiz davranabilir. Bu sebeple, “Amerikan tarihiyle ilgili belgelerde en çok kusur, onlarda yapılan kasıtlı değişikliklerden çok, onları kayda geçirenlerin beceriksizliğinden kaynaklanmakdadır.” denir (Lucey 63). Fakat, hadîs konusunda bu, böyle değildir. Dikkatsiz kayda geçme ve çoğaltma, her zaman için tahrifin en önemli sebeplerindendir. Bu bakımdan, “hadîs din olduğundan”, hadîs râvileri de, hadîsleri naklederken, hadîsçiler ölçüsünde, hatta daha öte de dikkat göstermişlerdir. Meselâ, bazı sahâbîler, hadîsleri ezberledikleri gibi, yazarlardı da; çoğu zaman, başkalarının Peygamberimiz’den naklettikleri sözleri, bizzat Peygamber Efendimiz’e sorup tahkik ederlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.) de, sık sık soru sormak suretiyle, söylediklerinin iyi öğrenilip öğrenilmediğinin kontrolünü yapardı. Daha sonra ise, hadîsleri kaydedenler, kaydettikleri hadîsleri, diğer talebelerin de huzurunda bizzat hocalarına okurlardı. Bu şekilde bir kitap meydana geldiğinde veya bir talebe kitap yazdığında, hocası onu imzalardı/icazet verirdi ve ancak böyle imzalanmış bir kitapta yer alan hadîsler başkalarına nakledilirdi (A’zami 70). Ayrıca, Arapça’nın imlâsından dolayı sözlü takrir, yazıdan daha çok kabul gördüğünden, bir talebenin hadîs rivâyetinde bulunması için, o hadîsi ezberlemesi zaruri idi (Burton 110). Daha önce ifade edildiği gibi, hadîsin sıhhatini tesbitte isnadın ayrı bir önemi vardı ve isnadın kesintisiz olmasına çok dikkat edilirdi.

Hem hadîsçiler, hem modern tarihçiler, bir şehadetin doğru anlaşılmasının önemi üzerinde hassastırlar. Bu sebeple, hadîsçi de tarihçi de, ilgili dilde, onu nüanslarına varıncaya kadar bilen bir uzman olmalıdır. Hadîsçi, fazladan olarak, dilde bir takım müphem, muğlâk, çok mânâya muhtemil, yani zor kelimeleri de bilmek zorundadır. Hadîsçi için, İslâm’ı ve bu arada sünneti çok iyi bilmek de bir mecburiyettir. Çünkü hadîs, teşrîde ve Müslümanın günlük hayatını tanzimde hayatî bir yere sahiptir. Bu sebeple hadîsçiler, İslâm’ın ana kaidelerine, bu arada bilinen sünnete uygun düşmeyen metinleri ciddî tenkide tâbi tutmuşlardır.

Bilgiyi aktaran kişilerin durumu da, hem hadîsçi hem tarihçi için ayrı bir öneme sahiptir. Modern tarihçi, nakilcinin salâhiyetli ve doğru sözlü olmasını ister ve şahidin ahlâkî yanına da önem verir. Buna karşılık, hadîsçilerin bu konuda vaz' ettikleri ölçüler çok daha hassastır ve kılı kırk yarar derecededir. Çünkü, biraz önce de ifade edildiği gibi, hadîs, Peygamber sözüdür ve onun dinde ve Müslümanın hayatında Kur’ân’dan sonra birinci derecede ağırlığı vardır. Bundandır ki, Müslüman hadîs âlimleri, Rical ilmi denilen bir ilim geliştirmiş ve bu konuda ciltlerle eserler vermişlerdir. Onlar, kaç hadîs rivâyet ettikleri, bu rivâyetlerinin ne kadarının makbûl ne kadarının makbûl olmadığına varıncaya kadar bütün hadîs râvilerini tanıyorlardı (A’zami, 72). Bir hadîsçi, aynı hocanın talebelerinin naklettikleri hadîsleri mukayese ediyor, aynı âlimin veya hocanın değişik zamanlardaki sözlerini, ayrıca yazılı ve sözlü nakilleri ve hadîsle ilgili Kur’ân âyetlerini karşılaştırıyordu (A’zami, 52). Hadîs kritikçisi, bu şekilde yalnızca hoca ve talebelerin hatalarını ortaya çıkarmakla kalmıyor, bilgisini onları tartmada ve derecelendirmede de kullanabiliyordu. Bu karşılaştırmalı değerlendirme usûlü, uydurma hadîslerin ortaya çıkarılmasında da önemli fayda sağlıyordu.

Uydurma belgeleri ortaya çıkarmada hadîsçilerin ve modern tarihçilerin kullandıkları bir başka usûl daha vardır. Tarihçiler, ellerine geçen evrakın tarihini tesbit etmek ve o evrakta kullanılan mürekkep veya boyayı incelemek için kimyevî testler yaparlar (Lucey, 58). Benzer şekilde hadîsçilerin de, sahih bile olsa hadîsin sağlam yollarla nakledilip edilmediğini tesbit için yazılı dökümanın yeni mi eski mi olduğunu anlamak maksadıyla kâğıt ve mürekkebi inceledikleri bilinmektedir (A’zami, 72). Modern tarihçilerin yaklaşımıyla hadîsçilerin yaklaşımı arasındaki bir diğer benzerlik, güvenilirliği tescil edilmiş tek bir kişinin şehadetini kabul etmeleridir. Buradaki farklılık, hadîsçiler, tek kişinin rivâyetini hukuk sahasında kabul etmekle birlikte, akide sahasında kabul etme taraflısı değildirler. Buna ek olarak, hem tarihçiler hem de hadîsçiler, daha fazla kişinin şahitliğini tercih ederler; hadîsçiler, buna bir de isim verirler: Tevatür.

Yine, hadîsçiler de modern tarihçiler de, ahlâk ve faziletleriyle temayüz etmiş ve doğruluğu bilinen kişilerin şahitliğini, aksi sabit olmadıkça tenkide tâbi tutma taraflısı değillerdir. Tarihçiler, bu konuda tarihçe meşhur kişileri de, meselâ bir George Washington’u da aynı kategoriye dahil ederken (Lucey 78), hadîsçiler ise, bu konuda daha çok dinî kriterlere bakarlar. Meselâ onlar, güvenilir bir tabiînin nakledip, hadîsi kendisinden aldığı sahâbîyi zikretmediği hadîsleri (mürsel hadîs), sahih kabul ederler. Çünkü, Ümmet nezdinde de, hadîsçiler nezdinde de sahâbî âdildir, doğrulukları Kur’ân ve hadîsçe sabittir (Hasan 24).

Netice

Bu makalede, İslâm Hadîs ilminin uzmanları olan hadîsçilerle, modern tarihçilerin, kaynaklarını tenkit ve tahlil metodlarını karşılaştırmaya ve aralarındaki çok yakın benzerlikleri ortaya koymaya çalıştık. Şüphesiz bu konu ve ele aldığımız mevzular, meselâ hadîs mevzuu, çok daha derin ve kompleks bir mevzudur. Biz, sadece konuyu ana hatlarıyla vermeye gayret ettik. Görülüyor ki, İslâm Hadîs ilmi, benzeri modern metodolojilerce bile tenkit edilemeyecek, kendisine karşı çıkılamayacak güçte, hatta modern tarih metodolojisinin önündedir. Kur’ân’ın dışında hadîse de dayanan Fıkıh ilmini ve fakîhin kimliğini tanımanın ise, modern hukuk metodolojisinin bile altından kalkamayacağı bir husus olduğunu belirtmeliyiz. Gerçek bu iken, hadîsleri ve Hadîs metodolojisini bir takım müsteşriklerin tesirleri altında tenkit cüretine yeltenen bazı Müslümanlar için söylenecek tek söz, kendilerine sadece yazık ettikleridir.

 

Kaynaklar

- A’zami, Muhammad. Studies in Hadith Methodology and Literature. Indiana: American Trust, 1977.

- Burton, John. An Introduction to the Hadith. Edinburgh: Edinburgh UP, 1994.

- Guillaume, Alfred, The Legacy Of Islam, Oxford, 1931.

- Hasan, Suheyb. An Introduction to the Science of Hadith. Riyad: Darusselâm, 1996.

- Lewis, Bernard, Islam In History, 1993, Open Court yayıncılık, s. 104-105.

- Lucey, William. History: Methods and Interpretation. Chicago: Loyola UP, 1958.

- Malter, Henry, Saadia Gaon: His Life And Works, Philadelphia, 1921.

- Marwick, Arthur. The Nature of History. 3. baskı. Londra: Macmillan, 1989.

- Nabia Abbott, Studies In Arabic Literary Papyri, c: II (Qur’ânic Commentary & Tradition), The University Of Chicago Press, 1967.

-Watt, Montgomery, What Is Islam?, Longman, Green and Co. Ltd., 1968