Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Peygamberimizin İmanı

HAZRETİ PEYGAMBERİMİZ'İN İMANI VE İMAN ESASLARI

Ahmet Mahmut ÜNLÜ

Ekim 2002 Beyan Dergisi

"O Peygamber (Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem) de, kendisine Rabb'inden indirilene (Kur'an'ı Kerim'e ve onun bütün beyanatına) iman etti, mü'minlerde iman ettiler. Hepsi de Allah'a, Onun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar ve: Biz O'nun peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırmayız (hepsine inanırız.) Ve biz işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Mağfiretini dileriz ve dönüş ancak sanadır" dediler. (Bakara:285)

Efendimizin Aleyhissalatü Vesselam, bir gece Mescidi Haram'dan alınarak Mescidi Aksa'ya kadar götürülüp oradan da göklere çıkarılmıştır. Sonrada Allah-u Teâlâ'nın dilediği yerlere Âlâyı İlliyine yükseltilerek İlâhi ayet ve mucizelerden en büyüğü kendisine ihsan edildi. İzzet sahibi Rabbi Teâlâ'nın kelamını duyarak ilm-el yakîn derecesinden ayn-el yakîne ulaştı. Gaybî olan imanı, şuhûda dayalı bir imana çevrildi. Bununla beraber bir takım ilahi tecellilere, hitaplara ve iltifatlara mazhar oldu. Daha sonra tekrar alındığı yere geri getirildi. İşte bu hadiseye İsrâ ve Mirac denir.

Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam Mirac gecesinde bir takım hediyelerle dönmüştür. Bunlardan biride Bakara Sûresi'nin son iki ayetidir ki, bu iki ayet vasıtasız olarak bizzat Allah-u Teâlâ tarafından Efendimiz'e verilmiştir. Bu ay içerisinde idrak edeceğimiz Mirac Kandili vesilesiyle bu mübarek ayeti kerimeleri sırasıyla kısaca izaha çalışalım.

Sadedinde olduğumuz ayeti kerime dini esasları olduğu gibi kabul edip, onlara iman ve itaat edilmesinin bir kulluk görevi olduğunu göstermektedir. Ruhul Beyan tefsirinde zikredildiğine göre; Efendimiz'in, Rabb'inden kendisine indirilen Kur'an-ı Kerim'e inanmasından maksat; Kur'an-ı Kerim'de bulunan bütün hükümlere, kıssalara vaazlara, geçmiş peygamberlerin hallerine ve kitaplarına, tafsilatlı bir şekilde inanmasıdır. Zira Efendimiz peygamber olmadan evvel de Allah'a ve birliğine inanıyordu, lâkin Kur'an-ı Kerim kendisine indirilmeden evvel bu kadar geniş izahatı bilmezdi. Mevla Teâlâ'nın, "Ve sana kitap indirileceğini hiç ummazdın." (Kasas Süresi:86) kavli şerifinin manası da budur.

Enes Radıyallahü Anh'ın şöyle dediği rivayet olunur: Bu ayeti kerime yani "Âmenerresûlü..." nazil olunca Efendimiz: "İman etmek en çok ona (peygambere) yakışır." buyurdu. (Hakim, Müstedrek: 2/287)

Kazi tefsirinde zikredildiğine göre, bu ayeti celilede, Efendimiz'in imanının tek olarak anılması ya O'na tazim, veya O'nun imanının ayan ve müşahede (gözle görmek)den kaynaklanıp, diğerlerinin imanının ise, düşünmek ve delil almak suretiyle olduğunu ifade etmek içindir.

Bu konuda İmamı Kuşeyrî ise şöyle buyurmuştur: "Efendimiz vasıtasız diğer kullar ise vasıtalarla iman etmişlerdir. Bir manaya göre de bu, Allah-u Teâlâ'nın Miraç gecesi Efendimiz'e şanını büyütme yolu üzere yapmış olduğu bir hitaptır. Şöyle ki: "Sen iman ettin." buyurmayıp, "O resül iman etti." buyurmuştur.

Hazin tefsirinde zikredildiğine göre bu ayeti celilede iman esaslarından dördü zikredilmiştir:

1-Allah'a iman: Allah-u Teâlâ'ya inanmaktan maksat; O'nun birliğine, ilahlığına ve ibadete lâyık oluşunda hiçbir ortağı olmadığına, azamet ve kudretinin sonsuz olduğuna, bütün kemal sıfatlara sahip olup, bütün noksan sıfatlardan münezzeh (son derece pak ve uzak) olduğuna ve esma-i hüsnasının hepsine inanmaktır.

2-Meleklere İman: Meleklere inanmak ise onların, Allah indinde çok kıymetli birer kul olup, erkeklik ve dişilikten, doğmaktan ve doğurmaktan uzak ve Allah-u Teâlâ'ın kitaplarını peygamberlere getirmeye, vesair ulvî hizmetlere vasıta olduklarını bilip tasdik etmektir.

3-Kitaplara iman: Kitaplara imandan maksat ise, bütün semavi kitapların insanları irşat, beşeriyete dünya ve ahiretle alâkalı bütün vazifelerini duyurmak ve öğretmek için, Mevla Teâlâ tarafından peygamberlerine vahyedilen kitaplar olup, içlerinde bulunan emir ve yasakların, hüküm ve haberlerin doğru ve gerçek olduğuna, Kur'an'dan başka diğer semavi kitapların bir takım tahrifata uğratılıp, Kur'an'ı Azimüşşan'ın ise hiçbir değiştirmeye uğratılmadığı gibi içinde muhkem ve müteşabih ayetler bulunduğunu ve muhkem ayetlerin müteşabih ayetleri açıkladığını kalben bilip dil ile söylemektir.

4-Peygamberlere iman: Peygamberlere iman ise, onların halkı tenvir etmek, onlara dini hükümleri duyurmak ve öğretmek için Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş, masum ve mahlukatın en efdali olduklarını, bazısının da bazısından daha efdal olduğunu bilip, tasdik etmektir.

Ruhul Beyan tefsirinde zikredildiğine göre; bu ayeti celilede ahirete iman zikredilmediyse de ahirete iman kitapların içinde bulunduğundan kitaplara iman zikredilmekle yetinilmiştir. Buraya kadarını hulasa edecek olursak, Resûlüllah Aleyhissalatü Vesselam da, mü'minlerden her biri de yukarda zikredilen esasların her birine inanmışlardır.

Peygamberlerin arasını ayırmamaktan maksat ise; hepsine inanmaktır. Bütün peygamberler nübüvvet bakımından aynı ulviyete haizdir. Hepsi de Allah tarafından dini ilâhiyi tebliğe memur kılınmıştır. İşte bu cihetle aralarında fark yoktur.

Ancak bir kısmına risalet verilmiş, yani ayrıca bir kitap ve bir şeriat ihsan buyurulmuştur. Bunların bazısı Allah tarafından diğer bir kısmından üstün kılınmıştır. Nitekim bizim Peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusu ve gönderilmişlerin en üstünüdür. Tabi böyle bir üstünlük yönü, onların esasen Allah tarafından gönderilen birer peygamber olma hususundaki müsavi olmalarına, eşitliklerine mani değildir ve aralarında ayırım yapmayı gerektirmez.

Dolayısıyla mü'minler, bütün peygamberlerin nübüvvet itibariyle aralarında bir fark olmadığını bilip tasdik ederler.

Ayrıca bu ayeti celilede, "Cennete girmek için, sadece Allah'a ve ahirete inanmak yeterlidir, bütün peygamberlere inanmak lâzım değildir." diyenlere reddiye vardır. Yani bu ayeti celile onların sözlerinin yanlış olduğunu ifade etmektedir. Çünkü böyle bir söz iman şartlarından birisi olan "Peygamberlere İmanı" ihlal etmiş olur.

Allah-u Teâlâ Hazretleri, mü'minlerin imanını vasfettikten sonra, onların "İşittik ve itaat ettik" dediklerini beyan etmiştir.

Buradaki "işittik" sözünden maksat kulak işitmesi değildir. Çünkü bu medh'i gerektirmez. Bundan maksat "Biz onu akıllarımızın kulağıyla işittik." demektir. Yani doğruluğunu anladık ve bildik, melekler vasıtasıyla bize gelen bütün emir ve yasakların doğru ve gerçek olup, kabul edilmesi gerektiğine hiç şüphesiz inandık demektir. Kabul edip anlama manasındaki işitme, Kur'an'ı Kerim'de gelmiştir. Nitekim Allah-u Teâlâ: "Şüphesiz ki bunda, kalbi (aklı) olan veya hazır bulunup kulak veren kimselere için elbette bir öğüt vardır." (Kaf:37) buyurmuştur. Yani kabul etmeye hazır bir akılla benim zikrimi dinleyip, kabul edenlere bir öğüt vardır demektir. Diğer bir ayeti kerimesinde: "Ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık (sağırlık) varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir." (Lokman:7) buyurarak, kalbiyle kabul etmeyen kişinin, kulağıyla duymasına itibar edilemeyeceğine işaret buyurmuştur.

"Ey Rabbimiz mağfiretini (dileriz)." kavli şerifinde şu manalara da işaret vardır ki kul, kendisini bütün şerlere, Mevlasını da bütün hayırlara lâyık görüp güzel gördüğü her şeyi efendisinden bilmesi ve her vakitte O'na karşı güzel edep takınması, imanın neticelerinden ve kulluğun eserlerindendir.

Bu da kulun küçük büyük her şeyde Allah-u Teâlâ'ya hamdetmesi, bütün kusurlarından, hatta tam manasıyla şükredememesinden dolayı istiğfar etmesi ve muvaffak olduğu her işte kendi gücünden ve kuvvetinden uzak olup hepsini Allah-u Teâlâ'dan bilmesiyle olur.

Kulluk mertebesi, her ne kadar bütün emir ve yasakları yerine getirmeye çalışmaksa da, insan son derece gayret etmekle beraber yine de kusurdan boş kalamayacağına işaret için, kâmil insanlar ilim ve ameli tamamlamaya son derece koştukları halde kendilerinden sadır olan kusura karşı "Ğufrâneke" sözüyle mağfiret istemişlerdir.

Demek ki insan ibadet bakımından ne kadar yükselse de Allah'tan mağfiret istemeyi terk etmesi asla caiz değildir. Nitekim Resûlüllah Sallallahü Aleyhi ve Sellem: "Gerçek şu ki, bazen kalbime bulanıklık çöküyor. Ve şüphesiz ki ben, Allah'a günde yüz defa istiğfar ederim." buyurdu. (Müslim, Zikir: 41,11/34, Ebu Davud, Vitr: 26)

Bu hadisi şerifin tevili hakkında ulema şöyle buyurmuşlardır:

Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam kulluk derecelerinde devamlı yükselmekteydi, her ne zaman bir makamdan daha üst makamlara yükselse, evvelki makamı aşağı görerek, ondan istiğfar ederdi.

İşte bu ayeti celilede geçen mağfiret talebinin bu manaya hamledilmesi uzak değildir. Ayrıca bütün taatlar Mevla Teâlâ'nın ilahi haklarının karşısında bir nevi suç sayılır. O'nun büyüklüğünün sırları karşısında, kullarca elde edilmiş olan bilgiler, ziyade kusur ve bilgisizliktir. Bundan dolayı Allah-u Teâlâ: "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler." (Zümer:67) buyurmuştur.

Kul ne kadar büyük alim olursa olsun ve ubudiyet makamlarından hangisinde bulunursa bulunsun, onun bu hali, Allah-u Teâlâ'nın kibriyasının celaliyle karşılaştığında, kendisinden istiğfar edilmesi gereken kusur ve noksanlığın ta kendisi olur. İşte Efendimiz'in: "Bil ki, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve kendi günahın için istiğfar et!" (Muhammed:19) buyurmasındaki sır da budur.

Zira Efendimiz'in makamları ne kadar yüksek olsa da, kendisine devamlı olarak daha yüksek makamlar gösterilmekte ve o, önceki makamların Mevla Teâlâ'ya karşı lâyık bir kulluk makamı olmadığını anlayarak devamlı istiğfar etmekteydi.