Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Hicret

 

Ne bir kaçış, ne de sıradan bir göç HİCRET

 

Metin Karabaşoğlu

1111.karakalem.net ten alınmıştır

 

Bin dört yüz yirmi altı yıldan beri, mü’minler yılları Hicret’le sayarlar. Mü’minler diyarında zaman, “Hicret’ten önce” ve “Hicret’ten sonra” diye ikiye ayrılır.

 Hicrî Takvim diye bir takvimin varlığı, tek başına, Hz. Peygamberin (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicretinin ne derece önem arz ettiğini anlatmaya herhâlde yeterlidir.

Hz. Peygamberin İslâm’ın on üçüncü yılında gerçekleşen on iki günlük hicreti, gerçekten tarihin akışı içinde o derece önemli bir kavşak noktasıdır ki, İslâm toplumunun 1426 yıldan beri yılları ona atıfla sayıyor olması kesinlikle yerindedir.

Hicret denilen şey, ilk bakışta, iki Mekkelinin Mekke’yi terk edip Medine’ye göç etmesi olarak gözükür gerçi. Ancak, bu göç o kadar derin sırlar, o kadar geniş ve köklü hakikatler ve o derece aşikâr mucizeler barındırır ki, on iki günlük bu yolculuk, sonraki yıllara ve yüzyıllara rengini verecektir.

Çünkü, Mekkeli o iki kişi, “herhangi bir Mekkeli” değildir. Kur’ânî tabirle, “o ikinin birincisi” (bkz. Tevbe Sûresi, 10:40) olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, yine Kur’ân’ın bildirdiği üzere resûlullah, hâtemü’l-enbiya, habibullah ve rahmeten li’l-âlemîndir. Mekke’den Medine’ye, herhangi bir kişi değil, kudsî peygamberler zincirinin son ve en büyük halkası göç etmektedir. Yanında ise, on üç yıllık Mekke hayatı boyunca bir peygamberin getirdiği hakikate teslimiyetin en zirve örneğini temsil ederek “sıddîkiyetünvanıyla taçlanan Ebu Bekir es-Sıddîk vardır.

 

Hicret’te Mekke

Hz. Peygamberin en yakın sahabisi Hz. Ebu Bekir ile birlikte gerçekleşen hicret yolculuğu, terk edilen yer ve gidilen yer açısından da büyük dersler barındırır. Terk edilen yer, Kur’ân’da bizatihî Rabbimizin övdüğü bir mekân olarak Mekke’dir. İçinde Kâbe’nin bulunduğu şehirdir yani. Kâbe ki, “Beytullah” olarak da nam salan bu yapı, yeryüzünde Allah için, Onun rızası yolunda yapılan ilk bina hükmündedir. Ve Mekke, Hz. İbrahim ve İsmail başta olmak üzere birçok peygamberin hatırasını barındıran ve pek çok mucizenin tecessüm ettiği yer olan Kâbe’nin hatırına, içinde kan döküp adam öldürmenin yasaklandığı “haram belde”dir.

Gelin görün ki, yeryüzündeki bu en mübarek belde, ayrılırken Hz. Peygamberin söylediği üzere “Allah’ın arzında bu en sevgili yer” merkezinde Beytullah yer aldığı ve nice peygamberin hatırasını üzerinde taşıdığı halde şimdilerde artık şirkin egemenliğindedir. Fıtratını Fâtırına açmış bir “hanîf” ve put yapıcı Azer’in oğlu olduğu halde bir put yıkıcı olarak Hz. İbrahim’in (a.s.) hatırasıyla yüklü bu şehirde, İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmların miras bıraktığı tevhid hakikati şirk bulaşığıyla lekelenmiş; tek bir Allah’a imanın yerine yavaş yavaş “Allah’ın en üst mertebede görüldüğü, ama nice putun da ilâhlaştırıldığı bir “ilâhlar hiyerarşisi” anlayışı, yani şirk yerleşmiştir. Mekke, bu hâliyle, “mübarek”liği lekelenmiş olsa bile hâlâ “kutsal” bir yerdir; ve Kâbe’ye ve civarına yerleştirdikleri yüzlerce putla Mekkeliler “kutsalın tacirleri”dir.

 

Mekke’deki statüko duvarı

O yüzden, Hz. Peygambere Mekke’de gelen vahiy Mekkeliler başta olmak üzere insanları tevhide, yüzlerini “hanîf” olarak dine çevirmeye davet ettiğinde, Mekke direnişlerin en kötüsüyle direnmiştir. Hz. Peygamber, İbrahim Aleyhisselâm gibi, “Ben yüzümü göklerin ve yerin Fâtırına yönelttim. Ben müşriklerden değilim.” buyursa da, binlerce Mekkeli arasında on üç yıl içinde bu davete icabet eden yalnızca birkaç yüz kişi vardır. Sözlerin en güzeli olarak Kur’ân, Mekke müşriklerinin yüzlerce yıl içinde oluşturduğu statüko duvarıyla karşılaşmıştır. Mekkeliler, serbest bırakıldığında her aklı ve her kalbi etkileyeceğinden emin oldukları bu sesi boğmak için, en nihayeti, işi İlâhî vahyin elçisini öldürme planına kadar getirmişlerdir. Hicret de, tam da bu planın uygulamaya konulacağı gün gerçekleşmiştir.

 

Yesrib ona kucak açıyor

Merkezinde Beytullah’ın yer aldığı “haram” ve “kutsal” belde olarak Mekke’nin yüz yüze geldiği bu durumla karşılaştırıldığında, gidilen yer olarak Medine’nin durumu tam bir zıtlık arz eder. Mekke’nin Kâbe vesilesiyle sahip olduğu bu “mukaddes” konuma karşılık, o günlerin Medine’si “Yesrib” adıyla anılan orta halli bir şehir hükmündedir. Ona “kutsal”lık kazandıracak özel bir niteliği olmadığı gibi, o günün dünyasında ticareti, jeopolitik durumu, bilimsel ve kültürel konumu vs. açısından da özel bir niteliği haiz değildir. Bilakis, iki kardeş kabilenin, Evs ve Hazrec’in şehri olarak, bu iki kardeş kabile arasındaki yıkıcı savaşlar yüzünden gitgide daha da zayıflamış bir haldedir.

 

Hicret’le, Yesrib Medinetü’n-Nebî oluyor

Ama işte o Yesrib, bütün dünyanın karşılarında olacağını bile bile Hz. Peygambere ve Mekkeli mü’minlere yüreğini ve kapılarını açarak, bütün dünya şehirleri arasında Mekke’den sonra en şerefli konuma yükselmiştir. Hz. Peygamberin Mekke’den hicret ettiği yeni yurt olarak Yesrib, Medinetü’n-Nebî, yani Peygamberin şehridir artık ve çağlar boyu hep böyle anılacak ve Medine denilince akıllara muhakkak Hz. Peygamber de gelecektir. O Yesrib ki, Peygambere yüreğini ve kapılarını açarak, taşıyla toprağıyla mübarek bir kutsal belde haline gelmiştir.

 

Hicret kutsiyete kavuşma belgesidir

Hicret, terk edilen yer kadar, gidilen yer açısından da önem taşır açıkçası. Mekke’nin Hz. Peygamberi ve mü’minleri hicrete mecbur bırakan o günkü hâli, bir kutsal beldenin dahi yüreği ve aklı kirli insanlar elinde nasıl bir çöküş yaşayabileceğinin belgesi iken, Medine’nin hali sıradan bir beldenin Allah’ın resûlüne ve ona imanları uğruna yurtlarını terke razı olan mü’minlere her ne pahasına olursa olsun kucak açarak nasıl da yükselip kutsiyete kavuşabildiğinin belgesidir.

 

Hicret bir mucizedir

Hicret’in verdiği bir diğer ders ise, Hicret’in vakti ve şekli ile ilgilidir. Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Resûlullah’tır. Mekke’de nazil olan Necm Sûresinde bildirildiği üzere, “kendinden konuşmayan, ona vahyedileni bildiren” bir resûl. O, hicret kararına ve hicretin vaktine de kendisi karar vermez. Hicret, Hz. Peygamberin kendi aklınca düşünüp uygulamaya koyduğu bir göç değildir. Yeri de, zamanı da Allah tarafından bildirilmiştir. Allah’ın Resûlü tarafından, Allah’ın emrettiği tarihte, Allah’ın emrettiği şekilde, Allah’ın dini adına yapılan bir göç olduğu için de, daha ilk anından itibaren, mucizeler ile gerçekleşmiştir.

Hz. Peygamberi öldürmek üzere evini sarmış Mekkelilerin kapısından çıkarken onu görememeleri, Hz. Peygamberin attığı bir avuç kumun hepsinin gözüne bir avuç kum olarak isabet etmesi, Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir’in sığındıkları mağarada bir güvercin ve bir örümcek tarafından korunmaları, Hz. Peygamberi Medine yolunda yakalamaya çalışan Süraka’nın atının her hamlede kuma saplanması, Ümmü Ma’bed’in sütsüz koyununun memelerini sıvazladığında o zayıf ve sütsüz koyunun memelerinin sütle dolması… Derken on iki günlük bu yolculuk, Allah’ın onun için yurdunu terk edene nasıl mucizeler bahşettiğinin; onun için varını yoğunu terk edene, kâinatın nasıl musahhar kılındığının da belgesidir.

 

Hicret feragattir

Ve yine Hicret, yurdundan hicret ederek Medine’ye gelen Muhâcirîn ve yurtlarını onlara açan Ensar düşünüldüğünde de kritik dersler taşır. Mekke’de kabuğunu çatlatan hakikat çekirdeğinin Medine’de kök salıp meyveye durmuşsa eğer, bunda her iki topluluğun sergilediği benzersiz adanmışlık ve feragatin büyük bir hissesi vardır. Muhacirîn’in yaptığı şey, hiç de kolay değildir.

O kadar yıldır her türlü zorluğu ve eziyeti göze alarak Mekke’de imanlarını ilan eden bu mü’minler, Mekke’de kalmanın imkânsız hale geldiği günlerde izn-i İlâhî ile Medine’ye hicret ederken, yurtlarını, evlerini, eşyalarını, akrabalarını, her şeylerini bırakarak hicret etmişlerdir. Her şeylerini bırakarak hicret eden Mekkeli Muhacirîn’e Medineli Ensar’ın mukabelesi ise, her şeylerini onlarla paylaşmak ve onların bütün geçimlerini kendi üstlerine almaktır. İslâm ağacı, işte böylesi bir karşılıklı feragat toprağında boy vermiştir.

Kur’ân’ın da övdüğü üzere “iman kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine tercih eden” bütün bu mü’minlerin beraberliğidir ki, Arabistan’ın Hicaz bölgesinde orta halli bir şehir olan Yesrib’i “Medine-i Münevvere” haline getirmiş; bu “nurlu şehir”de sergilenen mü’minâne yaşayışla nice ülkeler, nice toplumlar ve nice asırlar aydınlanmıştır.

 

Hicret bir dönüm noktasıdır

İslâm tarihinde Hicret’i dönüm noktası kılan, zamanın “Hicret’ten önce” ve “Hicret’ten sonra” diye ayrılmasına yol açan sır da zaten budur.

 Bununla birlikte, daha nice dersi de içinde barındırır Hicret. Öyle ki, onun her bir anı, her bir veçhesi, her bir karesi öğretici ve aydınlıktır. Hz. Peygamberin, Hz. Ebu Bekir’in bu niyetle besliyor olduğu deveyi “hediye” olarak kabul etmeyip ücreti Medine’de ödenmek üzere “satın alması” gibi bir ayrıntısı, bir feragat şahikası olarak Hicret’in “başkaları üzerinden” değil, “kendinden feragat”le gerçekleşmesi gerektiği sırrını pekiştirir. Meselâ, Hz. Ali’nin, gece vakti mucizevî bir surette evinin kapısından müşriklere görülmeden çıkıp giden Hz. Peygamber yerine onun yatağında yatması, gecenin karanlığında veya sabahın alacakaranlığında Hz. Peygamber yerine öldürülmeye peşinen razı olmak gibi bir büyük feragatin belgesidir.

Hicret yolculuğunda kılavuz olarak Abdullah b. Uraykıt’ın, henüz iman etmemiş biri olduğu halde ağzı sıkı ve asla ihanete girişmeyen bir kişi olarak sergilediği duruşun da verdiği bir ders muhakkak vardır. Keza, Arap kavimlerinin en şereflisi olarak Kureyş İslâm’a karşı bu kadar direnirken, Hicret yolculuğunda Hz. Peygamberin kendileriyle karşılaştığı Eslemlilerin -pek itibar görmeyen kabilelerin başında yer aldığı halde- İslâm’ı kabulde gösterdiği çabukluk ve kolaylığın da bize söylediği bir şey elbette vardır.

 

Hicret, risalet yolundaki en kritik yolculuktur

Velhasıl, her anı ayrı bir ibret yüklü bir büyük yolculuktur Hicret. Bu dünyada yaşanmış ve yaşanacak yolculuk ve göçlerin en büyüğü odur. Çünkü, insanlığın en şereflisinin, “rahmeten li’l-âlemîn”in risalet yolundaki en kritik yolculuğudur.

Bu yolculuğun verdiği derslerin en büyüğü ise, yolculuğun daha başlarında, mağaranın önünü müşrikler doldurmuş iken Hz. Peygamberin endişelenen yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir’e söylediği “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” sözünde gizlidir.

Onun, esbabın sukut ettiği o anda söylediği bu söz, onun imanındaki “eminlik” derecesinin nişanesidir. Ki, onun bu sözünün övgüyle yad edildiği Kur’ân âyeti (Tevbe Sûresi, 10:40), devamla bize şu dersi vermektedir:

“Allah böylece onun üzerine emniyet ve rahmetini indirdi, sizin görmediğiniz ordularla onu takviye etti ve kâfirlerin davasını alçalttı. Yüce olan, Allah’ın davasıdır. Allah’ın kudreti her şeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.”

Evet, gerçek budur ve gerçekten, Allah hayatını Onun yoluna adayanla her daim beraberdir.