Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Ses Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English
Hacca Doğru

Derin Hacc Rehberi

Hacca Doğru

Senai Demirci

“Kâbe”ye yakınlaştıkça yolum uzuyor; kalabalık dahi bir geçit vermez oluyor. Etrafımdaki kesret kesifleştikçe Kâbe”nin birliği de keskin bir somutluk kazanıyor. Her adımda üzerimden binler ayrılık-gayrilik sıyrılıyor. Üzerimdeki ihramın yalınlığına yaraşır bir “Bir”liği giyiniyorum; bin bir gayrılıklar Kâbe”nin kara yüzünde eriyiveriyor. Herkes tanıdık oluveriyor birden. Varlık dağı devriliyor, ene deliniyor, ân kristalleşiyor, başka her şey TEK ve BİR'in dokunuşuyla yitiveriyor. Keskin bir toprak kokusu alıyorum. O”na dönüyorum. Gidiyorum ama ne çâre.... Erişemiyorum...."

 Niyet

Gidiyorsun.. Bir ömür boyu bu yolculuğu beklemiştin. Belki kalbini gidenlerle birlikte oralara gönderdin, belki ruhunla hayalen tavaflar ettin. Şimdi ayaklarınla basa basa yola düştün işte. Belki daha önce uzun yolculuklara çıkmıştın, belki daha önce de hacca gitmiştin. Bilmelisin ki, hac yolculuğu diğer yolculuklarından farklıdır ve ayrı bir yöndedir. Şimdi her gün beş vakit yöneldiğin kıblene doğru yöneldin. Şimdi çokluktan birliğe uçuyorsun. Şimdi kendini keşfe gidiyorsun. Vardığın yerde kendini yeniden tanıyacak ve tanımlayacaksın. Daha önce hacca gitmiş olsan da, yine, yeniden yeni heyecanlar yüklenmelisin. Her hac yegânedir, bir tanedir değil mi? Kaç kez gidersen git, hacı olma heyecanı hep tazedir ve hep ilk kez hacı olmanın heyecanını taşıyor olmalısın. Yoksa tekrar gitme ihtiyacını niye hissediyor olasın ki? Hem sonra bu ilk haccın olmayabilir ama ya son haccınsa...

Yol

Şimdi yolcusun. Yolculuk hâli, yaşadığımız hayata daha çok yakın ve yakışır bir haldir. Hazır sırası gelmişken, hayatini ve çevreni bir de yolcu edasıyla seyretmeyi dene. Ayaklarının altından dünya toprağı kayıyor mesela. Alışık olduklarından uzaklaşıyorsun, O’na yakın olmak adına. Ölüm de böyledir ya! Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün her şeye eğreti bakışlar atıyorsun. Her şey sapından kopuyor, kökünden ayrılıyor, kabuğundan sıyrılıyor; gün ışığı eşyadan renklerini çekiyor. Sokaklar ve duvarlar incelip eriyor. Dünya toprağına sıkı sıkıya basmış ayakların tatlı bir rüzgâra karışıyor.

 ihram

Yolcu dediğin dengini yeğni tutmalı. Dünya adına omuzladığın ne varsa at, kalbine yük ettiğin ne kadar dünyalık varsa geriye bırak. Zaten, birazdan giyeceğin ihram fazladan ağırlıklarını omuzundan atmanı gerektiriyor. Beyaz bir bez içinde yalın ve yalnız bir yolcu edâsı giymişken, kendini de iptilalardan koparmalısın, yeniden yazmalısın kalbini. ihramı giymek için yalnız elbiselerini çıkarman yetmiyor. Küllî bir soyunuşu gerektiriyor ihramlanmak. Şimdiye kadar kendi kıymetinin ölçüleri bildiğin her şey, mevki, makam, milliyet, kavim, soy, sınıf meslekten yana ne varsa, hepsi ihramın beyaz yüzüne çarpıp eriyecek. Herkesten uzakta, tek başına sadece Rabbine kul olduğunu artık daha rahat görebilirsin. Seni kıymetlendirecek tek şey, Rabbine kulluğun, yalnız ve yalnız O’na kul olmaklığındır. Renksiz, desensiz, rozetsiz ve bayraksız ihramın yalnız Rabbine nisbet ediyor seni. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağından çekiliyor. ihramın içinde emredemeyen, tek bir kil bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insansın artık. 

Yöneliş

Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Ayağın çıplak, başın açık ağırlığını unutmuş bir su damlası uçarılığında dünyanı ve dünya adına sevişlerini terk etmek için bu yola girdin. Bak, herkesle ve her şeyle olan bağların çözülmek üzere. Habire eğirip durduğun hayat yumağı dağılıverdi.

İncecik ve keskin bir yolculuk niyeti her şeyi ve herkesi arkada bırakmalı. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadığımız mekânı solgun bir güle dönüştürür. Etraftaki her şey birden eğretileşir, âdeta arzın çekim alanından sıyrılır, uçuşmaya başlar. Mekânla olan bağların zayıflar, müphemleşir. Mekâna bağlılığın çözüldükçe, zamanın da senin Üzerindeki hükmü ağırlaşır, bir mahpus edâsıyla fenanın hükmünü boynuna dolanmış bulursun. Yarına randevu verememek bulunduğun ânin daracık duvarlarını göğsüne bitiştiriverir. Zamanın paslı kılıcı değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen gidicisin; dönüyorsun, dönücüsün.

Yakınlık heyecanı

Evet, Kâbe'ye gidiyorsun. Hayat kırıntılarımızın göllendiği yere doğru gidiyorsun. Kulluğunun keskin sıratlarda sınanacağı yere uçuyorsun. Böylece “hesap günü” ile ayni yöne düşüyor Kâbe’nin yöresi. Her gün beş vakit döndüğün yere dönüyorsun. Öteden beri yönele geldiği yöreye dönmek, bir geri dönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşamalı. Gurbet değil, sıla kokmalı alnına değen rüzgârda.

Uzaklık korkusu

Ama, hayır! Kâbe’ye yönelmek dehşetli bir uzaklık korkusunu da haber veriyor gibi. Mesele Kâbe’nin bulunduğumuz yere uzaklığı değil, bizim ubudiyet hâline uzaklığımızdır. Bu yolculuk, bu yöneliş o baş döndürücü uçurumu gün yüzüne çıkarıyor şimdi. Yüzünü herhangi bir duvara çevirir gibi kolayca ve üstünkörü kıbleye yönelişlerini hatırla. “Döndüm kıbleye” demek, O’ndan başka her şeyden, O’ndan haber vermeyen her şeyden yüz çevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe çok uzaklarda olsa! Lâkin Rabbimize uzaklık kıble Kâbe’nin hakikatine sonsuz ırak eyliyor bizi. Kâbe'nin eteğine varsan da bu uzaklık erimeyebiliyor, arada uçurumlara baş gösteriyor. Bu uzaklık, bu uçurum baş döndürüyor, kalbi ürpertiyor! Nereye gitsen ayağını bu uçurumun kenarından uzak edemiyorsun.

Dilerim, Rabbim seni de beni de Kendine yakın eyler! Kâbe’ye yakınlaşma isteğin de bu duâdan başkası değil.

Terkediş

Aslında, hacca ister var, ister varma, Kâbe’den pek uzak düşmediğimizi de söylemem gerekiyor. Her gün beş vakit Kâbe’ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. işte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı, belki çöllerle ve dağlarla ölçülemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmaya niyet, en küllî terk edişleri içeren bir uzun ve keskin seferdir.

Varış

O’na, yalnız O’na dönmek nelerden koparmıyor ki bizi? Kıbleye dönmek, O’nun delillerini gösterenlerden başka her şeye yüz çevirmektir. Peki, O’nu göstermeyen bir şey var mi ki şu kâinat yüzünde? Her şey hâl diliyle O’nu zikrederken, her zerre O’na tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalır geriye? Hangi şey var ki O’ndan söz açmıyor bize? Hayır, O’nu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa O’nu gösterenleri görmeyen biri vardır. O’na yönelmek ise, her şeye O’nu görme niyetiyle bakmak demektir.

Ne ki, kendisini kendi başına buyruk bilen insan, eşyayı da kendi başına buyruk bilir. eşyayı başkasını gösteren âyineler olmaktan çıkarır. Bu kör niyetle, kâinat dolusu aynalar kırılır; semâlar boyu güneşler ebediyen batırılır. insanin bakışı bir kara delik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, her şeyi bir derin karanlığa itiverir. işte O’nu göstermeyen tek şey, tek karanlık nokta, nefsimize takılmış enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbe’ye yöneliş, O’nu göstermeyen ve başka her şeyin âyinesini paslandıran tek kara noktayı, yâni enaniyetimizi arkamıza atmayı gerektiriyor. Ve ancak kabini terk eden Kâbe’ye varır. Önünde o kara noktayı, yâni Kâbe’yi bulduğunda, arkanda mutlaka karanlık bir nokta, yani benliğin kalacak. Kabından çıktığın an Kâbe'ni bulacaksın.

Tavaf

Kâbe'ye varmak da, kıbleye dönmek de, ben-merkezimizin yörüngesinden çıkıp, Rabbimizin marziyatı dairesinde bir tavafa girmeyi gerektiriyor. Tavaf odur ki, kendi başınalığını terk edesin, kendi heva ve hevesinin etrafında pervâne olmaktan vazgeçesin. Öbür türlü, Kâbe’ye varmak da, Kâbe’yi dolanmak da kolaydır. Kâbe’ye varmak benliği aşıp kulluğa ermeyi, çokluğu yırtıp birliğe erişmeyi bulmaktır. Yolculuğun şimdi İlkeni terk etmekle başlıyor, Kâbe’ye vardığında ise kendini terk edeceksin. Kara bir çiçeğin yakasında ak bir toz olup uçuşacaksın. Ve yol hiç bitmeyecek. 

Say

Şimdi Safa—Merve arasında yedi kez koşuyorsun. Kimden kaçıyorsun? Kime koşuyorsun? O’ndan kaçıyor ama yine O’na koşuyorsun. O’nun kahrından kaçıp yine O’nun lûtfuna koşuyorsun aslında. O’nun bu halimizle bizi ancak ateşe lâyık gören adaletinden, O’nun lâyık olmadığımız halde cenneti ihsan eden fazlına koşmalı, sığınmalıyız.

Arafat

Şimdi herkesin akın akın gelip etrafında göllendiği Kâbe’den ayrılış vakti. Ve aslında Kâbe dahi vuslata yetmiyormuş... Tavafta O’na teslimiyetin kıyısına kadar varmışken, sa’y da O’ndan O’na koşma hürriyetinin zirvesine ermişken, kendin, kendi ikiliğini keşfettin. Teslim olan yanını, hür kalan yanını bildin. Şimdi Onu tanıma sırası. Arefe O’nu bilme zamanı, Arafat O’nunla bilişme, muarefe etme mekânıdır. Cennetten yana arzusunu soranlara Rabia “Bana ev değil komşu lazım” demişti. Şimdiye dek ‘ev’ etrafında dönüp durduğun yeter, artık ‘komşu’yu tanıma zamanı. “Kâbe’den ayrıl; şimdi Bana Kâbe’den daha yakınsın!” diye fısıldanıyor kalbine. “Ve varış Allah’adır” de. (Bak. Nûr 42 ve Fatır 18). Kâbe’yi terk et, Kâbe’yi kutsal eyleyene yanaş! Mekke’ye sırtını dön, Mekke’yi mübarek kılanla yüzleş. Ve anla ki, “Onun veçhinden başka her şey helâk olucudur.” (Bak. Kasas 88). Kâbe de, Mekke de ve sen de O’nun veçhine dönük olduğunuz sürece helâketten ve hiçlikten kurtulabilirsiniz. Öyleyse Arafat’a koş. “Allah’a kaç!”

Meş’ar

Gurub vaktine doğru, güneş Arafat’tan kaybolurken, sen de benliğinin yalancı aydınlığını kalbinin karasında yitirmeye çalış. Beyazlara bürülü bedenini yanına alıp, “Arafat’tan boşanan” kullara karış... Meş’ar’e doğru “ak!”. Kendini unutup, yalnızca “Allah’ı hatırla!” “O nasıl seni hiçlik derelerinde unutmayıp varlık düzüne çıkardıysa, nasıl seni dalalet karanlığından hidayet nuruna yönelttiyse, sen de O’nu öylece hatırla. Sen bundan önce unutulmuş da olabilir, dalalette de kalabilirdin.” (Bak. Bakara 198).

Meş’ar’e (Müzdelife’ye) karanlık düştüğünde varıyorsun, gece boyu bekliyorsun. Arafat’ta da gündüz boyu kalmıştın. Arafat’taki muarefe yani tanışma ve bilişme ne kadar gündüzü ve aydınlığı gerektiriyorsa, Meş’ar’deki şuurlanma da o kadar geceyi ve karanlığı istiyor. Gece boyu yalnız ve yalın kalıyorsun. Nazarini afaktan ve dışarıdan çekmeni, gözünü enfüse ve içeri çevirmeni kolaylaştırıyor gece. Göğün güneşi eksik ama yıldızlar ve ay karanlığı yırtarak uzanıyor sana. Öylece yüzünü arzdan semâya çeviriyorsun. Ama henüz sınav bitmiş değil. Yüzün semâda, gözün kalbinde iken, elini yere ve toprağa daldırıyorsun. Meş’ar toprağından çakıl taşları toplayacaksın. illâ da kendi ellerinle! Tıpkı “kimsenin kimseye faydasının dokunmadığı o gün” de olduğu gibi. Ardından kefen misali beyaz ihramınla, kara toprağa benzeyen gecenin koynuna uzanıyorsun. 

Mina

Ve haşir sabahı... Yeniden diriliş... Günün ilk ışıklarının dürtmesiyle kendi yalnızlığından diriliyor, mahşerin kalabalığına karışıyorsun. Meş’ar’in içe doğru yolculuğu dışarıya doğru vuruyor. Meş’ar gecesinin zahidleri şimdi Mina gündüzünün mücahidi olmaya hazırlanıyor. Meş’ar ile Mina arasındaki görünmez duvarı sadece “geceyi gündüze kalbeden”, “güneşi döndüren”, “ayin ardı sıra güneşi getiren” yıkabiliyor. Gün ışığı tenine değmedikçe, sınırından taşmak Üzere olan o eşsiz kalabalıktan kimse o hayalî çizgiyi aşmaya, Meş’ar’den ayrılmaya cesaret edemiyor. Gece boyu hayalî çizgiye varıp varıp, geri püsküren o büyük kalabalık yalnız ve yalnız Allah’a itaat etmenin o eşsiz özgürlüğünü yankılandırıyor. Sen de tıpkı çölün kumları arasından kopardığın taşlar gibi, arzın seni bağlayan zincirlerini kırmalısın. Ve ilk gün ışığının dokunmasıyla geliyor emir... Gelen bayram sabahıdır artık. Yorgun yüzlerde gezinen, çökmüş omuzlara inen bayram güneşinin sıcak dokunuşudur. Görüyorsun ya, güneş de haccediyor. Arafat’ta doğup bekliyor, Meş’arden geçiyor ve senin önün sıra Mina’ya giriyor. Şimdi Mina’ya girdin ve ‘emn’e vardın! Sınavı kazandığından emin olabilirsin. Şeytan taşlama imtiyazını nerden elde ettin sanıyorsun?

Şeytan taşlama

Elinle attığını taş sanma. Atmadan önce o taşları nasıl topladığını hatırla. yüzünü arza dönerek, elini kirleterek seçip aldın hepsini. Şimdi avucundaki o minik şeyler, semâdan ve vahiyden yüz çevirip gafil olmakla kazandığın cehalet ve iradene dayanıp işlediğin şerlerdir. taşları şeytana fırlatırken sendeki cehaleti, gafleti, şerri ve günahı da şeytana savur. Cehaleti ve gafleti kendinden uzaklaştır, şerri elinden taşlar gibi savur ki, O’na kurbiyetin yani yakınlığın artsın, kurbanın O’na yakınlık vesilesi olsun.

Ve kurban ve bayram

ihram içinde bir kılına bile dokunamazken, bir otu bile koparamazken, şimdi bir canlıyı boğazlaman emrediliyor. Ne yaman çelişki değil mi? Demek ki, ne yaparsan yap, O’nun emriyle yaparsan ancak hayır oluyor. O’nun emrine kayıtsız kalarak öldürmemek ne kadar da öldürücü! Ve onun emriyle ölüme vesile olmak ne kadar hayat verici! Kötü-iyinin ne olduğunu belirlemek, çirkin ve güzeli ayırdetmek, hayır ve şerri belirlemek insanin keyfine bırakılmış değil. Unutma ki, kestiğin ya da kestirdiğin şey ne devedir ne inek ne de koyun. Şehvetini, hevanı, hevesini ve iradeni boğazlayıp, O’nun rızasında fani etmelisin! Kurban günü, bayram sabahı, O’ndan uzaklığın yitecek, O’nun yakınlığını kazanacaksın! Bayram öylece yürüyecek yüreğine...

kara yazı

karanlık da bir kuldur.

Yûsuf Ö. Özburun

İşbu yazının bu beyaz sayfadaki varlığı dahi, yazıda öne sürülen iddianın burhanıdır: Kara güzeldir. Gözleriniz şimdi bu sayfada şu kara satırların hatırı için geziniyor olmalı. Gönlümüzün hakikate olan ihtiyacı bu sayfanın beyazlığına razı olmadığı içindir ki, her birimiz kendimize bu kara lekeler boyu bir aydınlık ve ak”lık arıyoruz. Her harf, aslında bir kalem karası değil, bir gönül karasıdır... Harfler birer kara delik gibi, gözümüzü boş beyazlıklardan çekip, dışarıdan içeriye, âfaktan enfüse doğru uzanan ince bir hesap çizgisinin keskinliğine vurur nefsimizi. Her satiri bir sırat bilip yürüyoruz ve öylece okuyoruz. Koyu renkli mürekkep lekeleri, gündelik telaşların sığlaştırdığı, heyecansız dünyamızın üzerine kuzgun” bir perde gibi ağır ağır, çoğalarak, koyulaşarak indikçe, gerilerde ve içerilerde, çoğu kez hüzünlü yalnızlık anlarına ve karanlık gece saatlerine sakladığımız müphem gölgeler arasına ineriz.

Nice zamandır böyle oldu. Ak sayfalardaki kargacık burgacık kara lekelerle yolumuzu aydınlatmaya, alnımızı ak etmeye çabaladık durduk. Gözlerimizin boş ve geniş beyazlıklara razı olmayıp, bir köşede küçük de olsa bir karalama araması, gördüklerine razı olmamasıdır; gördüklerinin gösterdiklerini görmek istemesindendir. yazı bize, gördüklerimizin ötesini görmeyi öğretir. Hâl böyle olunca, bu karalıklar nice beyaz ışıkları gölgede bırakır; sadece eşyanın kendisini değil, eşyanın işaret ettiğini, ayine olduğunu da gösterir. Öyle ki, eşyayı da yazının birimi olan “harf” ile tarif ettiğimiz olur. Yani, mahlûkat ve masnuat, tıpkı birer harf gibi, kendisinden çok başkasını gösterir.

İşte yazı da böylece gözümüzün kara ışıldağı olur. Bir beyaz sayfanın orta yerinde, gerçeğin rengine âşina bir kara gözbebeğidir. yazının gözümüze benzerliği de bu sırda saklıdır. Zira, gözümüz de beyazının ortasındaki karasıyla görür.

Nur Müellifi, "gözünde bir nehâr var" diye haber verir. Lâkin, bu gündüz beyaz ve karanlıktır. Gözün aydınlığı, ne garip ki, karasında saklıdır. Beyazı kördür; karası görür. karasında, nurlanmış bir gece saklıdır. Ak kağıt parçalarının, üzerindeki karalamalarla mektuba ve kitaba dönüşmesi, gözümüzün nuru olması da böyledir. yazı, tıpkı gözbebeği gibi, "mübârek, hâlis kalemlerden akan siyah nur" hükmündedir. Okumak, bu açıdan bakıldığında, iki karanın, gözün karasıyla kâğıdın karasının buluşmasıdır; iki gözbebeğinin bakışması ve birbiri içinde derinleşmesidir.

"Oku!" emrinde de öylesi kara sırlar saklı olmalı ki, ilk olarak "Hira”nın karanlığında, ümmi”liği ile "dünyanın dünyevi”liğini karanlıkta bırakan Zata (asm) geldi. Resûl-ü Ekrem (asm) sanki başkalarinin zulmetli gündüzüne sırtını dönüp, okuman sırrını inziva halinin nurlu karanlığı içinde aradı ve buldu. Öylece arzın ve semâvâtın gözbebeği oldu. Ve bize Regaib, Beraat, Mi”rac ve Kadir gibi nurlu geceleri hediye getirdi. Ve öylece nice geceleri zulmetli gündüzlerimizin ortasında semâya bakan kara gözbebeklerine çevirdi.

Gerçekten de, insan gözü, gündüzleri, semâya kördür. Tek bir yıldızın beyaz oklarının ucunda, dünya bütün derinliği, ayrıntısıyla ve cezbe odaklarıyla biçimlenip, renkler giyerek kıyama durur, nazarimizi kendi üzerine kilitler. Diğer yıldızlar bir beyaz perdenin ardında gizlenir; gözümüzde semâvât derinliğini yitirir. Bir kızıl şafak için, nice yıldızın kani akıtılır. Oysa, kâinatta aslolan gece ve karanlıktır. "Gündüz" dediğimiz hâl, olsa olsa, güneş diye bir yıldıza yakınlığın adidir. Dünyanın güneşe uzak düşen yüzü, semâya daha yakin gibi durur. Gece ve karanlık, göklerin eşiği gibi gelir bana nedense.

Öyle ki, gün akşama eriştiğinde, karanlık âlemi, gündüzün bütün izlerini siler; dünya albenisiz bir "siyah kefen"e bürünür. Gözümüzü ve dünyamizi kaplayan siyah gece, en son giyineceğimiz beyaz kefen gibi, bizi dünyanın ardına, hayatin öte yüzüne, gaybe ve hakikate davet eder. Öylece leylâmız olan gündüzümüz, siyah çarşafı içinde leyl”imiz olur. Leyl”imiz, leylâmız gibi aldatmaz ve oyalamaz; Mevlâya giden yol olur.

Hayatimizin tek nurlu karanlığı gece değildir lâkin. Dünyamızı karartan musibetler ve felâketler, hayatin tekdüze gündüzünü delen, ayağımızın altındaki buzlari kiran nurlu geceler gibidir. Her musibet âni, pürüzsüzce sürüp giden hayatin şaşaası ortasında, hakikati kalbimize ayân eden bir kara gözbebeği gibi durur. Nitekim, Yûsuf Aleyhisselâm, nurlu dersini iki karanlıktan, kuyudan ve zindandan, geçerek anlatır. Yûnus Aleyhisselâmin dersi ise, üç karanlık içinden çıkagelir: gece, deniz ve balık. aslında, bunca zulmetler içinde, hayatimizin parıltılı, beyaz gündüzleri içinde kör kaldığımız asil karanlığı görme dersini verir peygamberler: Musibetin zulmeti, onlara nefsin zulmünü gösterir. Yûsuf Aleyhisselâm, "muhakkak ki nefsim emmâredir," diyerek, Rahim olan Rabbini bulur. Yûnus Aleyhisselâm, "muhakkak ki ben zulmedenlerden oldum," der; Rabbini kusur ve noksandan tenzih eder, bir külli tesbih ve takdis dersi verir. Öylece bizi de Rahim ve Adil olan Rabbimizin tecelligâhı olan bir büyük sabaha eriştirirler. Demek, bizim en derin gecemiz, nefsimizi ak bilmemizdir.

Zaten, nefsimizi zulümlü ve zulümâtlı bildiğimizde, hayatimizin gözünde nurlu bir siyahlık peyda olacağını haber verir Nûr müellifi. Yoksa, hayat-i dünyeviyenin beyaz, şaşaalı gündüzü, o hayat gözümüzün nursuz beyazıdır ki, ileriyi, öteyi görmez; bizi ebedi karanlıklara koyar.

Öyleyse Senai, senin gözün kara olmalı. Sabaha erişmek için güneşi beklemeye ne hâcet! Nefsinin zulmetini gördüğünde başlar senin fecr-i sâdıkın. Hiçbir göz kapağının perdeleyemediği bir ak sabaha uyanırsın öylece. Bir sabah ki, gecenin değil kalbin karasından çıkar.Bir uyanış ki, nefsinin zulmünü kendine güneş eyler.

Değil mi ki sen nefsini aklamak uğruna nice güneşlerin önüne durdun da nice gecelerce yüzüne gün değmedi... şimdi bu kara yazı aklar mi seni?

Yolcuların en güzeline açık mektup

Sevgili Dostum,

Şimdi yolcusun. Ayaklarının altından dünya toprağının kaydığını hissediyorsun. Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün her şeye eğreti bakışlar atıyorsun. Ayaklarının altından dünya toprağının kaydığını hissediyorsun. Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün her şeye eğreti bakışlar atıyorsun. Her şey sapından kopuyor, kökünden ayrılıyor, kabuğundan sıyrılıyor; günişiği eşyadan renklerini çekiyor. Sokaklar ve duvarlar hafifleyip, eriyor. Dünya toprağini sıkı sıkıya basmiş ayaklarin tatli bir rüzgâra karişiyor.

Dostum,

Yolculuklar tekdüze akip giden hayatimizin kirilma noktalaridir. Aslinda, hayat yolculuğun tâ kendisidir ya, nedense sicak ve sokulgan şehirler, sokaklar bize yolcu olduğumuz bu handa hanciliğa soyunduruyor. Garip ki, sevdiklerini, aliştiklarini ve alişkanliklarini ardina koyarak çiktiğin bu yolculuk, bu kirilma âni, seni hayatla yüz yüze getiriyor: Sen yolcusun. Yolcu olana fazla ağirliklarini birakmak yaraşir.

Zaten, birazdan giyeceğin ihram fazladan ağirliklarini omuzundan atmani temsil ediyor. Sana yalin ve yalniz bir yolcu edâsi giyindirecek ihramin. İhrami giymek için yalniz elbiselerini çikarman yetmiyor. Küll” bir soyunuşu gerektiriyor ihramlanmak. Şimdiye kadar kendi kiymetinin ölçüleri bildiğin herşey, mevki, makam, milliyet, kavim, soy, sinif meslekten yana ne varsa, hepsi ihramin beyaz yüzüne çarpip eriyecek. Herkesten uzakta, tek başina sadece Rabbine kul olduğunu artik daha rahat görebilirsin. Seni kiymetlendirecek tek şey, Rabbine kulluğun, yalniz ve yalniz O”na kul olmakliğindir. Renksiz, desensiz, rozetsiz ve bayraksiz ihram herşeyle olan bağini koparip atiyor, yalniz Rabbine nisbet ediyor seni.

Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağindan çekiliyor. İhramin içinde emredemeyen, tek bir kil bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insansin.

Ayak diremeye ne hâcet! Nihâyet ben de sen de her günbatiminda rüzgârini yüzümüzde hissettiğimiz durmak bilmez bir seferberliğin erleri değil miyiz? Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Ayağin çiplak, başin açik ağirliğini unutmuş bir su damlasi uçariliğinda dünyani ve dünya adina sevişlerini terk etmek için bu yola girdik. Bak, herkesle ve herşeyle olan bağlarin çözülmek üzere. Habire eğirip durduğun hayat yumaği dağiliverdi.

İncecik ve keskin bir yolculuk niyeti herşeyi ve herkesi arkada birakmali. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadiğimiz mekani solgun bir güle dönüştürüverir. Etraftaki herşey birden eğretileşir, âdeta arzin çekim alanindan siyrilir, uçuşmaya başlarlar. Mekânla olan bağlarin zayiflar, müphemleşir. Mekâna bağliliğin çözüldükçe, zamanin da senin üzerindeki hükmü ağirlaşir, bir mahpus edâsiyla fenanin hükmünü boynuna dolanmiş bulursun. Yarina randevu verememek bulunduğun ânin daracik duvarlarini göğsüne bitiştiriverir. Zamanin pasli kilici değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen gidicisin; dönüyorsun, dönücüsün.

Aziz dostum, bu defaki yolculuğun, tam da zamanin beni de seni de alip götürdüğü yere doğru. Evet, Kâbeye gidiyorsun. Hayat kirintilarimizin göllendiği yere doğru gidiyorsun. Kulluğunun keskin siratlarda sinanacaği yere uçuyorsun. Böylece Òhesap günü" ile ayni yöne düşüyor Kâbe”nin yöresi. Hergün beş vakit döndüğün yere dönüyorsun. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geri dönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakinlaşma duygusu yaşamali, aslinda. Gurbet değil, sila kokmali alnina değen rüzgârda.

 

Ama, hayir! Kâbe”ye yönelmek dehşetli bir uzaklik korkusunu da haber veriyor gibi. Mesele, Kâbe”nin bulunduğumuz yere uzakliği değil, bizim ubudiyet hâline uzakliğimizdir. Bu yolculuk, bu yöneliş o başdöndürücü uçurumu gün yüzüne çikariyor şimdi. Yüzünü herhangi bir duvara çevirir gibi kolayca ve üstünkörü kibleye yönelişlerini hatirla. ÒDöndüm kibleye" demek, O”ndan başka herşeyden, O”ndan haber vermeyen herşeyden yüzçevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe çok uzaklarda olsa! Lâkin Rabbimize uzaklik kible yönünde yükselen duvari diğerlerinden sonsuzcasina uzaklaştiriyor. Bu uzaklik, bu uçurum baş döndürüyor, kalbi ürpertiyor! Nereye gitsen ayağini bu uçurumun kenarindan uzak edemezsin.

Dilerim, dostum, Rabbim seni de beni de Kendine yakin eyler! Kâbe”ye yakinlaşma isteğin bu duâdan başka bir birşey değil.

 

Sevgili dostum,

Aslinda, hacca ister var, ister varma, Kâbe”den pek uzak düşmediğimizi de söylemem gerekiyor sana. Her gün beş vakit Kâbe”ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslinda. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağlarin kestiği yollardan daha dolambaçli, belki çöllerle, dağlarla tarif edilemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmaya niyet, en küll” terkedişleri içeren bir uzun seferdir. O”na, yalniz O”na dönmek nelerden koparmiyor ki bizi? Kibleye dönmek, O”nun delillerini gösterenlerden başka herşeye yüzçevirmektir.

 

Peki, O”nu göstermeyen bir şey var mi şu kâinat yüzünde? Herşey hâl diliyle O”nu zikrederken, her zerre O”na tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalir geriye? Hangi şey var ki O”ndan söz açmiyor bize? Hayir, O”nu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa O”nu görmeyen birisi vardir: İnsan. İnsanin bir kör bakişi, eşyanin âyinedarliğini köreltiyor, Rabbini tesbih ve takdis eden hadsiz dilleri susturuyor. Şu halde, O”nu göstermeyenlerden yüz çevirmek, eşyaya kendisi adina bakma niyetini terketmek demek olur. O”na yönelmek ise, herşeye O”nu görme niyetiyle bakmak demektir.

Böylece âyinedarlik vazifesini, eşyanin sirtindan alip kendi nazarimiza giydirdik. Kendisini kendi başina buyruk bilen insan, eşyayi da kendi başina buyruk bilir, başkasini gösteren âyineler olmaktan çikarir. Böylece kâinat dolusu aynalar kirilir; semâlar boyu güneşler ebediyen batirilir. İnsanin nazari bir karadelik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, herşeyi bir derin karanliğa itiverir. İşte O”nu göstermeyen tek şey, tek karanlik nokta, nefsimize takilmiş enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbe”ye yöneliş, O”nu göstermeyen ve başka herşeyin âyinesini paslandiran tek kara noktayi, yâni gururumuzu arkamiza atmayi gerektiriyor. Kibleye dönmek, ben-merkezimizin yörüngesinden çikip, Rabbimizin marziyati dairesinde bir tavafa girmeyi gerektiyor. Tavaf odur ki, kendi başinaliğini terkedesin, kendi heva ve hevesinin etrafinda pervâ olmaktan vazgeçesin. Yoksa Kâbe”ye varmak da, Kâbe”yi dolanmak da kolaydir. Oysa, Kâbe”ye varmak ene”yi yirtip hüve”yi göstermek kadar zor bir yolculuğu gerektiriyor. Heva ve hevesimizin vazgeçilmezliği ölçüsünde uzak ve erişilmez bir yer Kâbe. Hangi dağin yüksekliği, hangi çölün aşilmazliği ene ile hüve arasindaki mesafeyi tasvire yeter ki? Kendimizi kendi başina buyruk değil de, O”nu gösterir bir ayine olarak bilmek, herşeyi bize yakin, ahbab, kardeş ve dost ediyor.

 

O”nu görmek kör noktamiz olan enaniyetimizi küçültmek ve yok etmekle başliyor sevgili dostum. Ve ancak kabini terkeden Kâbe”ye varir. Kâbe ne çok yakindir, ne de çok uzaktir. Bilesin ki, ene ile hüve”nin arasi kadar uzak bize Kâbe. Ve kabindan çiktiğin yerde hemen hazir bekler seni. Hele kibleye dönmek, öyle bildiğin gibi kolay değil; kibleye dönünce önünde kara bir noktayi, yâni Kâbe”yi bulacaksin, ama arkanda mutlaka karanlik bir nokta kalacak: benliğin.

Yolculuğun şimdi ülkeni terketmekle başliyor, Kâbe”ye vardiğinda ise kendini terkedeceksin. Kabini terkettiğin an Kâbeni bulacaksin. Kara bir çiçeğin yakasinda ak bir toz olup uçuşacaksin. Ve yol hiç bitmeyecek.

 

İhram; bizi Òbiz"den ayirdi

 

Kara gecenin orta yerinde beyazlara bürünüyorum. İhrama giriyorum. Küll” bir soyunmayi gerektiriyor ihramlanmak. Mevki, makam, millet, kavim, soy, sinif meslek alâmeti ihramin beyaz yüzünde eriyor. İhram bayraksiz, ihram rozetsiz, ihram milliyetsiz ve renksiz. Bütün renkler, desenler, nakişlar ihramin beyazinda soluyor, siliniyor.

 

Sadece bedenleri örtüyor değil ihram. Aşilmaz bir Sedd-i Zülkarneyn (as) misâli, nefsi örtüyor, kendi hevesleri içine hapsediyor. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağindan çekiliyor. İhramin içinde emredemeyen, tek bir kil bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insan vardir artik. Sanki insan kendi ben-merkezinin cazibesinden koparilmak istenir gibi.

 

Acemice ihramimi bürünmeye çalişirken, bir taraftan diğer haci adaylarini süzüyorum. Tanidik-tanimadik herkesin gözünde ayni hedefin işiltilari okunuyor. Zihinler ene”nin dişinda ortak bir nokta bulunca kaynaşma kolaylaşiyor; aradaki buzlar kolayca eriyiveriyor. Herkesin benlik duvarlari yikiliveriyor; ruhlardan ruhlara yollar kuruluyor. Herkes buz parçasi hükmündeki enaniyetini Kevser-i Kur”ân””nin havuzu içine katmak istiyor. Kibleleri bir, Rableri bir, Kitablari bir insanlarin tekdüze beyazliği, gündoğumunun akliği gibi, gaflet gecesinin içinden yükselen bir küll” sabahi simgeliyor.

 

Şeriat-i kevniyenin mücessem misâli dev balinanin, uçağin, rotasi her haci adayinin yerini almasiyla, daha bir kesinleşiyor gibi. Yüzler ve kalbler Kâbeye dönük. İhramlar geride biraktiğimiz hayati ve şehri kalin bir perde gibi bizden ayiriyor. Hayir, ne şehir ne de hayatti bizi Kâbeden uzak eden. İhram, nefsimizden siyiriyor bizi.

 

Şeriat-i kevniyenin yeryüzüne indirilmiş meleği JUMBO JET dev bir gürültüyle çeviriyor pervanelerini. Rüzgâr insana teshir ediliyor. ‚ok geçmeden ayağimiz yerden kesiliyor; uçak yükseldikçe alnimin yere doğru yakinlaştiğini hissediyorum. ‚elik meleğimiz gökyüzündeki yerini aldikça, irade sifatindan gelen şeriata bağliliğini haykiriyor uğultuyla. Yükseldikçe secde ediyor gibi meleğimiz. Ve ben sünnetullaha ittibanin böylesine hayret secdesi ediyorum. Binlerce metre yukaridayim ama alnimi her zamankinden daha çok yere yakin hissediyorum.

 

Yol arkadaşima uçaği anlatmaya çalişiyorum: ÒBu Süleyman Aleyhisselâma ikram edilen uçma nimetinden bir tadimlik lokma sadece..." Yükseldikçe alnini yere değdiriyor meleğimiz. Pervaneleri üzerinde, Kâbenin kâinat dolusu pervanelerini taşiyor. Dünya sadece altimizda değil artik, arkamizda da...

 

 

 

kâbe uzak değil

 

Sevgili dostum,

Yolculuklar tekdüze akip giden hayatimizin kirilma noktalaridir. Ayağimiz siki sikiya yere yapişik, durup durdukça geçip gitmez sandiğimiz ömür sermayesi, her ayrilikla kiyisindan köşesinden ufalanir. İnsan sefer” olduğunu hatirliyor yolculukta. Alişageldiğimiz şeylerden koptukça Òaceleci bir misafir" sifati gelip oturur üzerimize. Zamanin durgun ve sessiz akişi, küçük ayriliklarla köpükleniyor, ayrilik anlari dere yatağinda beklenmedik çağlayanlar gibi gürültülü bir düşüşle emiyor zamani. Oysa değişen bir şey yoktur, zaman zaten akmaktadir da, gürültüsünü yeni işitiyoruzdur.

 

Ayak diremeye ne hâcet! Nihâyet ben de sen de her günbatiminda rüzgârini yüzümüzde hissettiğimiz durmak bilmez bir seferberliğin erleri değil miyiz? Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Kimilerinin dünyanin döndüğünü kabul etmeye yanaşmamalarini şimdi anliyorum. Bu mesele sadece Galileo ve Kilise arasinda kalacak kadar basit değil. Kim olsa, kararsizliği, gelip geçiciliği yakiştiramiyor dünyasina. Dünya dönmesin istiyor, seyrü sefere kör ve sağir kalmak istiyor. Onca mezartaşi, gelip geçenlerin tek kelimelik, kati, tok ve yalin birer nasihati olarak gözümüz önünde dikilip dururken, aklimiz taş üstüne taşlar koyup burada biraz daha kalmanin hayâli ile meşgul. Sadece dünyanin dönüşünü değil, kendi dönüşünü de unutuyor insan. Döneceği yeri unutuyor. Seferden geri kalmak istiyor. Gönderilmişliğini hatirlamak istemiyor.

 

ÒUyku ölümün küçük kardeşidir," diyen haklidir şüphesiz. Uyku, bir ölçüde herşeyi terkedişi saklar içinde. Göz kapaği kadar incecik bir perdenin gerisinde, eşinden, dostundan, şehrinden, makamindan, rütbenden ve nihayet kendinden kopuverirsin. Herkesle ve herşeyle olan bağlarin çözülür. Habire eğirip durduğun hayat yumaği dağiliverir. Ayaklarimiz dünya toprağindan çekilir, zamani ve zamanimizi unuturuz uykuda.

 

Uykuyu Òölümün küçük kardeşi" diye bilenlerin bilmesi gereken bir şey daha vardir. Ölümün uykudan başka kardeşleri de olabilir pekâlâ. Yolculuk gibi, ayrilik gibi meselâ. Zaten uykuyu da ölüme kardeş eyleyen bu ayrilik baği değil midir? Uykunun ayriliklarini farkinda olmadan yaşadiğimiz için olsa gerek, uykuda sakli ölümcükleri pek keskince hissedemiyoruz. Fakat yolculuğa bilerek giriyoruz; bile isteye uzaklaşiyoruz sevdiklerimizden; bağliliklarimizi kanimizi akitircasina sicak ve dirice kopariyoruz kalbimizden.

 

Niyetle başliyor yolculuk. Farkinda olmanin niha” ifadesidir niyet. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadiğimiz mekani solgun bir güle dönüştürüverir. Etraftaki herşey birden eğretileşir, âdeta arzin çekim alanindan siyrilir, uçuşmaya başlarlar. Mekânla olan bağlarimiz zayiflar, müphemleşir. Mekâna bağliliğimiz çözüldükçe, zamanin da üzerimizdeki hükmü ağirlaşir, bir mahpus edâsiyla fenanin hükmünü boynumuza dolanmiş buluruz. Dünya ayaklarimizin altindan kaymiştir artik; yarina randevu verememek bulunduğun ânin daracik duvarlarini göğsüne bitiştiriverir. Zamanin pasli kilici değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen dönüyorsun.

 

Bu defaki yolculuğum, tam da zamanin beni alip götürdüğü yere doğru. Kâbeye gidiyorum. Hayatimin göllendiği yere doğru gidiyorum. Kulluğumun keskin siratlarda sinanacaği yere uçuyorum. Böylece Òhesap günü" ile ayni yöne düşüyor Kâbe”nin yöresi. Hergün beş vakit döndüğüm yere dönüyorum. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geridönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakinlaşma duygusu yaşamali değil mi? Gurbet değil, sila kokmali alnina değen rüzgârda.

 

Ama, hayir! Kâbe”ye yönelmekle dehşetli bir uzaklik korkusuna kapiliyorum. Mesele, Kâbe”nin bulunduğum yere uzakliği değil, benim ubudiyet hâline uzakliğim. Bu yolculuk başdöndürücü bir uçurumu gün yüzüne çikariyor şimdi. Taklid” kibleye yönelişlerime hayiflaniyorum artik. ÒDöndüm kibleye" demek, O”ndan başka herşeyden, O”ndan haber vermeyen herşeyden yüzçevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe bana uzak olsa! Lâkin ben Rabbime uzakmişim. Bu uzaklik, bu uçurum baş döndürüyor, ürpertiyor kalbimi! Nereye gitsem ayağimi uzak edemiyorum uçurum kenarindan!

 

Dilerim, dostum, Rabbim seni de beni de Kendine yakin eyler! Kâbe uzak değil oysa...

 

 

 

kâbe yakin da değil...

 

Sevgili dostum,

Son mektubumda Kâbe”nin uzak olmadiğini söylemiştim. Zaten, her gün beş vakit Kâbe”ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslinda. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağlarin kestiği yollardan daha dolambaçli, belki çöllerle, dağlarla tarif edilemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmayan niyet, en küll” terkedişleri içeren bir uzun seferdir. O”na, yalniz O”na dönmek nelerden koparmiyor ki bizi? Kibleye dönmek, O”nun delillerini gösterenlerden başka herşeye yüzçevirmektir.

 

Peki, O”nu göstermeyen bir şey var mi şu kâinat yüzünde? Herşey hâl diliyle O”nu zikrederken, her zerre O”na tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalir geriye? Hangi şey var ki O”ndan söz açmiyor bize? Hayir, O”nu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa O”nu görmeyen birisi var: İnsan. İnsanin bir kör bakişi, eşyanin âyinedarliğini köreltiyor, hadsiz dilleri susturuyor. Şu halde, O”nu göstermeyenlerden yüz çevirmek, eşyaya kendisi adina bakma niyetini terketmek demek olur. O”na yönelmek ise, herşeye O”nu görme niyetiyle bakmak demektir.

Böylece âyinedarlik vazifesini, eşyanin sirtindan alip kendi nazarimiza giydirdik. Kendisini kendi başina buyruk bilen insan, eşyayi da kendi başina buyruk bilir, başkasini gösteren âyineler olmaktan çikarir. Böylece kâinat dolusu aynalar kirilir; semâlar boyu güneşler ebediyen batirilir. İnsanin nazari bir karadelik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, herşeyi bir derin karanliğa itiverir. İşte O”nu göstermeyen tek şey, tek karanlik nokta, nefsimize takilmiş enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbe”ye yöneliş, O”nu göstermeyen ve başka herşeyin âyinesini paslandiran tek kara noktayi, yâni gururumuzu arkamiza atmayi gerektiriyor. Kibleye dönmek, ben-merkezimizin yörüngesinden çikip, Rabbimizin marziyati dairesinde bir tavafa girmek demektir. Tavaf odur ki, kendi başinaliğini terkedesin, kendi heva ve hevesinin pervânesi olmaktan vazgeçesin. Yoksa Kâbe”ye varmak da, Kâbe”yi dolanmak da kolaydir. Oysa, Kâbe”ye varmak ene “yi yirtip hüve “yi göstermek kadar zor bir yolculuğu gerektiriyor. Heva ve hevesimizin vazgeçilmezliği ölçüsünde uzak ve erişilmez bir yer Kâbe. Hangi dağin yüksekliği, hangi çölün aşilmazliği ene ile hüve arasindaki mesafeyi tasvire yeter ki? Kendimizi kendi başina buyruk değil de, O”nu gösterir bir ayine olarak bilmek, herşeyi bize yakin, ahbab, kardeş ve dost ediyor.

 

O”nu görmek kör noktamiz olan enaniyetimizi küçültmek ve yok etmekle başliyor sevgili dostum. Ve ancak kabini terkeden Kâbe”ye varir. Hayir, Kâbe hiç de yakin değil. Bilesin ki, ene ile hüve”nin arasi kadar uzak bize Kâbe. Hele kibleye dönmek, öyle bildiğin gibi kolay değil; kibleye dönünce önünde kara bir noktayi, Kâbe”yi bulacaksin, ama arkanda mutlaka karanlik bir nokta kalacak: ene.

 

 

Mekke geceleri beyazdir

 

 Cidde havaalanindan Mekke”ye karayoluyla gidiliyor. Yol boyu, telbiyelerle aradaki mesafeyi eritmeye çalişiyoruz. ÒLebbeyk, Allâhümme Lebbeyk!" nidalari, sadece Mekke yolunu kisaltmiyor; ÒNerdesin?" diye soran Rabbimizin hitabina bigâneliğimizi de eritiyor; Rabbimizden uzaklağimizi da kapatmaya vesile oluyorlar: ÒBuradayim

 Yâ Rabb”, buyur." Bizi O”nun emrine icabet etmekten alikoyan putlari, duvarlari aradan kaldirmaya çabaliyoruz: ÒSenin şerikin yok!" Herkes birbirinin şahidi ve şefaatçisi bu davada. Başkalara minnet etmenin yükünü omuzlarimizdan atiyoruz. ‚ünkü, Òhamd Senin, ni”met Senin, mülk de Senin!" diye telkin ediyoruz birbirimize. İhramin hafifliği kalbimize sirayet ediyor öylece. Netice-i kelâm, ÒSenin şerikin yok." Herkes bir ağizdan bağiriyor ama, emr-i İlâhiye ÒLebbeyk..." demekte birer bireriz. Herkesin kendisinden başka sayisiz şahidi var.

 

Yol boyu güneşle kavrulan, boz, çiplak, azâmetli dağlari süzüyorum. ÒSen bu dağlari nasil tebessüme getirdin yâ Resulullah?" diye soruyorum. ÒSen bu yetim kâinati nasil gülücüklere boğdun?" İnsan buralarda Resûl-ü Ekrem”in (asm) gözünün değdiği bir şeyler ariyor. Gözümüzü binalardan ve yollardan kaydirip, dağ ve taş ariyorum hâlâ. Doğrusu, O”nun (asm) gözünün değdiği bir şeye bakmak, O”nunla göz göze gelmek gibi bir şey... Mekke”yi gösteren levhalardaki rakamlar küçüldükçe, telbiyelerin sayisi artiyor, kelimeler büyüyor büyüyor, nefesime siğmaz oluyor. Arasira tekbirlerle süslüyoruz, telbiyelerimizi. Ne çare , tekbire eşlik edemiyorum, buralarda göz yaşlari izinsiz ve sebepsiz terkediyor yuvasini.

 

Mekke”ye çok sayida tünelden geçerek dahil olunuyor. Mekke”nin eteklerine kadar biriken hasret her tünelin ucunda duvarini yikmak istiyor. Ama tüneller tünelleri izledikçe hasret kendi içine katlaniyor, harlaniyor; kav gibi her an alevlenmeye hazir bir hâl aliyor. Ne lâtif tevafuk ki, insan da Rabbine ve Resûlüne (asm) erişmek için böyle nice heva heves dağlarini delmek zorunda. Ömür boyu sürüp giden bu Ferhad-misal mücâdele, Kâbenin yanina yaklaştikça tecessüm ediyor sanki. Garip ki, her tünel çikişinda karşimda hasretini duyduğum Kâbe manzarasinin çikacağini zannediyorum. Delinecek daha çok dağlar olmali ki, bir tüneli diğeri takip ediyor. Sonunda Kâbeye böyle varilamayacağini anliyorum. Önce ağirliklarimizdan kurtulmamiz gerekiyor; bagajlarimizi otele yerleştirdikten sonra güneşin batmasini bekliyoruz.

 

Gece bir beyaz sel halinde taşiyoruz Mekke sokaklarina. Otobüste yerimizi alirken, İhsan Atasoy Ağabey, "Mekke geceleri beyazdır" diyor. Doğru ya, hayatimin en aydinlik gecesi bu. Gün solmu, güneş batmiş ne yazar... Az ileride bir yerde, gece kadar kara bir nokta beyaz gecemizin nurlu siyahliğini tamamlayacak. Beyazlara bürünmüş arzlilarin tamamladiği halkanin orta yerinde, semâv”, kara renkli göz bebeğim beni bekliyor. Ama yine daracik ve tikali tüneller.. Dağlara bakiyorum yine, O”nunla (asm) göz göze gelebilmek

ümidiyle. Ama gözlerim doluyor... Gönlümde bu denli tutuşan ateşler çare olamayacağini bile bile, gözlerim yaşlar serpiyor. Neden bu kadar sevgilisin Yâ Resûl? Ağlamak kolay Mekke”de.. İklimin kurakliğina inat, gözler alabildiğine sulak.. Ve çorak çöl topraği kullarin göz yaşlarinin değdiği yerde, ebed” baharlara beşiklik ediyor. Hem kimse kimseye neden ağladiğini da sormuyor ya, ne güzel...

 

 

 

 

Mekke”nin Kara Güneşi

Gece kelimesi, insanda sessizliği ve karanliği çağriştirir. Mekke”de öyle değil, oysa. Güneşin renklerinin yeryüzünden çekilivermesi bir şeyi değiştirmiyor. Beyazlara bürünmüş milyonlarca insan, gecenin karanliğini her noktasindan deliveriyor. Diller dünya lakirtisindan siyrilmiş, geceyi velveleye veriyor. Geceler, gündüzler kadar avazli ve beyazli Mekke”de. Mekke”nin kara güneşi hiç batmiyor çünkü. Güneşin batmasiyla birlikte, kalplerdeki yerini daha bir dolduruyor Kâbe. İnsan ruhundan yoğrulma beyaz seyyarelerini bir çekip, bir birakiyor.

 

Kara bir taşi andiran Beytullah”in etrafindaki insan seli dinmiyor. Sanki bütün dünyanin mü”minleri denize koşan sular misâli başlarini bu taşa vurdukça, beyaz beyaz köpürüyorlar, süzülüyorlar. Kâbe, insanin bütün hatiatini, kusurunu, ayiplarini emip yutuyor. Menfaatini düşünen bir kimse göremezsiniz tavafta. Gözlerde ve gönüllerde sadece Kâbe var. Ubudiyetin yöneldiği makâmin temiz ve taşlaşmiş temsili gibi herkesin merkezinde suskun, ağirbaşli duruyor Kâbe. Herkes kendi hayatinin manasinin kendi nefsi dişinda bir noktaya bağli olduğunu açikça ve net görüyor. İnsanlar, bir harf olduklarini; kendi manâlarinin kendi nefislerinde değil, nefislerinin ayinedârliğinda olduğunu hissediyor. Herkes kendini değil, bir başkasini gösteriyor. Herkes herkese, kendisini değil bir başkasini gösterdiğini gösteriyor. İnsan tüm dünyeviliğini sabun köpüğü gibi siyiriyor elinden ve dilinden. İnsan âdeta durulaniyor, fakat insan seli durulmuyor. Köpük köpük af yağiyor Kâbe”den. Sularin aktikça saflaşmasi gibi, insanlar döndükçe temizleniyor.

Tavaf halkasina dahil olmak anlatilmaz bir duygu. Kâbe”yi merkezinize alip, yürümeye başliyorsunuz. Kendi iradenizle başladiğiniz yolculuğun hemen başinda, iradenizin hükümsüzlüğü ortaya çikiyor. İnsan seline katildiktan sonra, yürümek ve yürümemek arasindaki tercihiniz iptal oluyor. Artik yürüyor değil, sürükleniyorsunuz; dönüyor değil akiyorsunuz. Ayaklarim Kâbe”nin etrafinda, Kâbe”yi gözlerimin ortasina yerleştirip, yönümü ve yolumu irademin kontrolünden çikardiktan sonra, kalp ve aklin bağliliklari Kâbe”nin kara renginde soğruluyor. Kâbe nefsimizin karasini emercesine, aydinlatiyor gaflet gecemizi. Beyazlara bürünmüş insanlarin orta yerinde bir kara güneş gibi yükseliyor; hiçbir göz kapağinin uykusu olmamacasina.

Kâbe”ye yakinlaştikça, Kible”ye yönelmenin anlami da cisimleşiyor. Tevhid hakikati, tek bir yön, tek bir nokta önünde somutlaşip, katilaştikça, Bir”i göstermeyen herşeye yüz çevirmeyi, herşeyi TEK ve BİR adina bakmanin ağirliğini hissediyorum. Öyle ki, Kâbe”yi TEK ve BİR olarak görmek, herşeyi bir kefesine alan bir terazinin diğer kefesinin birden ağmasi gibi anlik bir şaşkinlik getiriyor. Herşey hafifliyor, VAHDET ağirlaşiyor. VAHDET, Kâbe”nin cismi kadar yalin ve reddedilmez biçimde ortaya çikinca, KESRETİ terketmekle zorlaniyor insan. Öyle ki, gördüğüm bu Kâbe”nin herkesin, her zamanki Kâbe”si ile ayni olup olmadiğindan şüpheye düşüyorum. ÒYoksa başka bir tane daha mi var?" Vehim ne kadar itiraz ederse etsin, terazinin VAHDET kefesi, hacilarin nefesleri ve adimlari sayisinca ağirlaşip yerine oturuyor; KESRET kefesi bir daha inmemek üzere hafifliyor; boşaliyor. Zira, bunca kesretin böylesi somut ve kati bir VAHDETE yönelişini, göz gördükçe, akil çaresiz kaliyor.

Gözün görmeyen beyazi gibi akip duran hacilar, gözün gören siyahliğinda, Kâbe”de topluyorlar bakişlarini. Kara bir gözbebeği gibi VAHDETİ görüyor Kâbe, VAHDETİ gösteriyor. Günahlar ve kusurlarla dokunmuş kara lekeleri âyân ediyor.

Kara bir güneşi var Mekke”nin. Gece kimsenin aklina gelmiyor, gözler karanliği unutuyor. Kara güneş sadece gözlerin değil, kalblerin sahahini da müjdeliyor....

 

 

 

 

Karaçiçeğim

 

Gecenin orta yerinde, soluk sari renkli tünelin ucundaki aydinlik, Kâbeyi çevreleyen minarelerin beyaz pariltilariyla yeniden açiliyor. Tünelin ucunda ömür boyu sürecek bir gündüz sakli sanki. Kâbenin birden karşima çikmasini beklerken, derin siyahliğini perdeleyen işiltili, beyaz perdelerle yüzyüze geliyorum. Yüksek beyaz duvarlarla çevrili Kâbe.

 

Otobüsten inip, beyaz kalabaliğa karişiyorum. Gözlerim Kâbeyi çevreleyen duvarlara delercenise bakiyor. Gizlenmiş olmasi, ilk anda, hasretle karişik bir hayâl kirikliği uyandirirken, hazirliksiz gözlerin hoyrat bakişlarindan gizlenir gibi tuhaf bir mahrumiyet duygusu ihsas ediyor. Beyaz işiklarin solduğu yerden başlayan karanlik gökyüzü, henüz göremediğim karaçiçeğimin, Kâbenin karasini yildizlara bulaştiriyor gibi. Esmer bir güzelin beyaz peçesini kaldirmak üzere, adimlarima heyecân yüklüyorum. Kâbeye yakinlaştikça kalabalik yoğunlaşiyor, ister istemez adimlarim küçülüyor. Derken ilk duvari aşip içeri karişiyorum, fakat karşima yeni mesafeler, yeni tüneller çikiyor. Yakinlaştikça uzaklaşan nazli bir sevgili gibi Kâbe. Kimileri benim gibi Kâbeye doğru yürürken, kimileri geri dönüyor. Geri dönenlerin yüzlerinde ve gözlerinde Kâbenin izini ariyorum. Kâbeden uzaklaşilmasina anlam veremiyorum. Bir ara şüpheye düşmedim de değil; yoksa Kâbeyi görmeme müsaade edilmeyecek mi? Gözümün karasina Kâbenin karasi değmeyecek mi? Garip ki, yakinlaştikça yolum uzuyor; kalabalik daha bir geçit vermez oluyor. Fakat, bu ertelemeden de memnunum; kendimi Kâbenin tek ve bir oluşuna hazirlamaya vakit buluyorum. Etrafimdaki kesret kesifleştikçe Kâbenin birliği de keskin bir açiklik kazaniyor. Attiğim her adimda üzerimden binler ayrilik-gayriliklarin siyrildiğini hissediyorum. Hiç tanimadiğim renk renk, boy boy insanlarla olan ortakliğimiz gün yüzüne çikiyor. Üzerimizdeki ihramlarin yalinliğina münasip bir BİR”liği giyiniyoruz. Böylece Kâbeye yakinlaştikça herkes tanidik oluyor; binbir gayriliklar Kâbenin kara yüzünde eriyiveriyor.

Ve nihayet sütunlar arasindan bölük pörçük gözlerime değiyor Kâbe. Yüzünün şeklini seçmek için sütunlari aradan kaldirmaya çalişiyorum. İşte sütunlari da arkada biraktim; kara Kâbe ve beyaz sevgilileri hiç engelsiz karşimda. Hayret; şaşirmiyorum; şaşiramiyorum. Eteğine tutunmuş, cezbe içinde dönüp duran sevgililerin enis nefeslerini hissediyor gibiyim. Bunca insanin sevgilisi, vesile-i muhabbeti olmasi, Kâbeyi anlatilmaz derinlikte âşinâ kiliyor insana. Yüzü öylesine tanidik, öylesine enis ve sicak ki, başka her türlü muhabbeti unutuveriyor insan. Birden, onu görmek için geride biraktiklarimin sadece sütünlar ve duvarlar olmadiğini anliyorum.

 

Aşinâlik duygusu, tuhaf bir şekilde, derin bir geç kalmişlik duygusu da uyandiriyor. Zira bu kadar yakin, sicak ve tanidik bir sevgiliye, yillar yili bigâne kalmanin, sicakliğini şimdiye kadar hissetmemenin verdiği eziklik sariveriyor insani. Onu orada, herkesin tam da ortasinda, sokakta oyuna dalmiş çocuğunu sabirla ve şefkatle bekleyen anne gibi hissediyorum. Sadece haylazliğimi ve muhabbetsizliğimi düşünüyorum. ÒNerelerdeydin Senai?" diye sormadan edemiyorum. Hele benden önce gelmişlerin bunca çokluğu, bunca velvelesi yalnizliğimi, gecikmişliğimi, yolda kalmişliğimi derinleştirdikçe derinleştiriyor. Heyhat, ona en yakin olduğum bu yerde, uzakliğimi ve ilgisizliğimi keşfediyorum. Sicacik davetine bunca zaman cevapsiz ve hasretsiz kalmişliğim, derin bir hüsran, hüzün ve pişmanlik yaşattiriyor.

Yakinlaşip, dönenler arasinda kendime yer ariyorum. Önce Hacer-ül Esved”e selâm; ÒBismillâhi Allahüekber." Ona kavuştuğumu sandiğim bu noktada, durup hasret gidermeyi beklerken, küll” bir seferberliğin içine karişiyorum; karaçiçeğim nazdar bir sevgili gibi yeniden ulaşilmaz oluyor. Tavaf, ona doğru gidişi değil, onun etrafinda dönüşü gerektiriyor. Henüz dünyali olduğumu hatirlayip, vuslat ve firak arasinda gidip gelmemiz gerektiğini anliyorum. Vahdete doğru bitimsiz bir yolculuğu temsil ediyor tavaf.

 

Vahdet hakikati, Kâbenin katiliği ve duruluğu kadar gözle görülür, elle tutulur hâle gelince, ubudiyet hâlimiz de elimiz, ayağimiz kadar cisimleşiyor. Rububiyet dairelerinin bitimsizliğini temsil edercesine, sonsuz bir sarmalin kivrimlarina tutunup dönmeye başliyoruz. Ona doğru gidiyoruz ama Ona erişemiyoruz. Ancak kesin olan bir şey var ki, kendimden, kendi ben-merkezimin çekim alanindan uzaklaşiyorum; önce irademin temsilcisi ellerim kalabaliğin zoruyla göğsüme gömülüyor; sonra ayaklarim, hiç ihtiyarsiz, yolunu ve yönünü Onun etrafina göre belirliyor: Teslim oluyorum; teslim olmuşlar arasinda eriyorum.

 

Gözlerimde karaçiçeğimin karasi koyulaştikça koyulaşiyor. Kör beyaz tenimin gören kara gözbebeği oluyor Kâbe. Biz döndükçe yapraklar açiyor karaçiçek; insan sesinden rayihalar giyiniyor.

 

Şimdi, karaçiçeğimin yakasinda beyaz bir toz misâli uçuşuyorum.

 

 

Medine”de yağmur yağiyor

Medine”de, Mescid-i Nebev””nin yanibaşinda bir küçük mescid var. Bu küçük mescid, adini bir nebev” olaydan aliyor. Rivâyete göre, Habibullah (asm) şu anda bu mescidin kapladiği alanda konakladiklarinda, mübarek başlarinin üzerinde bir bulut gölgelik ediyordu. Mescid-i Gamâme, yani ÒBulut Mescidi", işte bu anlamli olayin hatirasi olarak yükseliyor Mescid-i Nebev””nin yanibaşinda.

 

Medine”nin yağmuru bizi Mescid-i Nebev” ile Mescid-i Gamâme arasinda bir yerde yakaladi. İri damlali, serince ve seyrek yağmur, yüzüme dokunduğunda islanmaya pek hazirlikli değildim. Beklenmedik, umulmadik bir tarzda indiriliyor yağmur. Damlalar, âdeta güneşin gözünün içinden boşaniyor. Gözümün önünde Kubbe-i Hadra, Fahr-i Kâinat”a (asm) en kesretli selâm ve salâti takdim etme aşkiyla yanip tutuşurken, yağmurla tatli bir serinlik çöktü kalbime. ÒYağmur damlalari sayisinca salât ve selâm Sana Yâ Resûlullah!" Gözlerimi Resûlullaha (asm) kavuşmayi temsil eden Kubbe-i Hadra”dan kubbe-i âsumâna çeviriyorum usulca. Koca bir bulut Mescid-i Gamâme”nin üzerinden Mescid-i Nebev””ye doğru uzaniyordu. Yağmur damlalarin dokunuşu ayağimi yerden kesti; hayâlen yüzyillar öncesine gittim. Ayni bulutun yerinde beklettirilen bulutu ve gölgelediği Zâti (asm) tasavvur etmeye çaliştim.

 

Bir kaç gündür Kubbe-i Hadra”yi gözbebeğime yerleştirip, Ondokuzuncu Söz”ün Reşhalariyla şahsiyet-i mânev”yesini dünyama indirmeye çaliştiğim Muhammed-i Arab””nin (asm) bulutun gölgesi altindaki hayâli genişlendikçe genişlendi. O”nun (asm) şahsiyet-i mânev”yesinin azâmetiyle, bulutun gölgesi de büyüdü ve bütün âsumân gölgeye dönüştü. Fesübhanallah, ne bereketli buluttu o! Tüm kevnü mekânin gölgelendiği bu buluttan yeryüzüne, işte tam bu noktaya, sadece bir reşha süzülmüş ve damlamişti. Nasil da herkes, her zaman, şu anda Mescid”e koşanlarin yüzlerindeki saadetten rahatlikla okunabildiği gibi, bu duru ve lekesiz Reşha”nin (asm) serinliğiyle islaniyordu.

 

Bir insanin başinda bir bulutun gölgelik olarak bekletilmesine olan şaşkinliğim, bu hayâlle yerini kâinat dolusu Òelbette"ler dedirten bir tasdike, sonsuz uyuma ve kabullenmeye birakiyor. Değil mi ki, O Zât (asm) âlemlere rahmettir; değil mi ki O Rahmet-i İlâh””nin yeryüzünde cisimleşmiş en güzel ve saf reşhasidir; elbette böyle bir Yağmur”un (asm) başina kâinat bulut olsa yakişirdi. O bulut da, nihâyet gök ehlini ve yeryüzü sakinlerini temsilen O”nun (asm) başini bekliyor olmaliydi.

 

Resûlullah”in (asm) çok sevdiğim bir sünnetine ittiba ederek, başimi ve göğsümü açip, ellerimi uzatip, alabildiğince islanmaya çaliştim Medine”nin yağmuruyla. Yanimdan geçen şemsiyeli hacilara takilmadan edemiyorum: ÒŞemsiyeni kapat hacim!" Yari tereddütle kapatiyor kimisi; ama Mescid-i Nebev””nin kapisina doğru asil yağmurla serinlemek için adimlarini siklaştiriyorlar.

 

Öyle ya asil yağmur içeride, Mescid-i Nebev””de yağiyor. Kubbelere, beton tavana, dev şemsiyelere inat, Mescid-i Nebev””de bağdaş kurup, soluklanan herkes, bütün zamanlarin en güzel yağmuru ile islaniyor.

 

İki yağmur arasinda mütereddid, Selâm Kapisi”na doğru ilerliyorum. Saçlarimda, tenimde çocukluğumun saf, temiz, günahsiz yağmurlarinin nemli kokusunu aliyorum bir an. Dönüp selâm veriyorum: ÒEsselâmü Aleyke Yâ Resûlallah." O”nun oraciğa, o küçücük hücre-i saadete, Yeşil Kubbe”nin altına sığabilmesini aklim bir türlü almiyor. Anlıyorum ki, Yeşil Kubbe artik tüm mevcudatı temsil ediyor; Mescid-i Gamâme”nin bulutundan devraldığı vazifeyi devam ettirip, bütün mevcudâti gülücüklere boğan Nûr-u Muhammed””nin (asm) tebessümünü saklıyor kavislerinde. İçeride şıpıltılarını duyduğum yağmur damlalarının "Kubbe-i Hadra”nin kavisleri boyunca süzülüşlerini hayâl ediyorum. Bu hayâl beni, O”nun (asm) gül kokulu tenine damlayan yağmur damlalarının bahtiyarlığına götürüyor. Acaba kim kimi ıslatıyordu? Yağmur damlaları O”nu mu? Yoksa O yağmur damlalarını mi?

 

Tenimde hissettiğim her damlayı O”nun (asm) nazarıyla ıslanmış, nemlenmiş bir selâm olarak alıyorum. Böylece yağmur damlaları sayısınca selâm aliyorum Bütün Zamanların En Güzel Yağmuru”ndan (asm).

 

Medine'de "Mescid-i Nebevi”nin oralarda hiç umulmadık, beklenmedik yağmurlar yağıyor. Ben ve gözlerim ıslanıyoruz.

 

***

Kâbe; Gözümün Nurlu Siyahi

Kâbenin tek ve bir oluşu, hiçbir ifadenin eteğine erişemeyeceği kesin ve net bir tevhid dersi veriyor. Gözle görünür ve elle dokunulur kesinlik ve netlikteki bu derse akil ve kalp yetişmekte zorlanıyor; ilk dersi göz alıyor. Hatta göz bile gördüğü görüntüyü hazmetmekte zorlanıyor. Kâbe, sadece o anda hacda olanların değil, bütün dünya üzerindeki inananların, daha da ötesi geçmiş ve gelecek bütün zamanlardaki mü'minlerin alnını koyduğu nokta. Yeryüzünde güzellik ve anlamdan yana ne varsa, bu kara noktanın eteklerine süzülüp toplanmış. Birden tevihidin alternatifsizliği biçağin kemiğe dayanması gibi, sıcak ve dokunaklı, hissedilir hale geliyor Kâbede. Sonra, burada olmayan, buraya yönelmeyen her halin çirkinliği ve anlamsızlığı çok uzaklarda uğultu halinde yitip gidiyor. İnsan yokluk ve varlık arasındaki siniri adımladığını hissediyor, irkiliyor.

Çocukluğumda sık sık başıma gelen bir halle tasvir etmeye çalışıyorum Kâbede olmayı. Devasâ bir kiraz ağacının aşağı dallarında neşeyle kiraz koparırken, insan farkında olmadan yükselir. Dalların sarmaş dolaşlığına kanıp, aşağı bakmadan ağacın tepelerine varir. Ama, hâlâ ağacin alt dallarindaymiş gibi, dallarla şakalaşir, gevşekçe tutunur, ayaği kaysa birşey olmayacakmiş sanir. Ama ne zaman ki, arkasina bakip, gözler karartan yüksekliği gördükten sonra, tutunduğu ve ayağini koyduğu dalin hayat ve ölüm arasindaki çizgiyi belirlediğini görür; dehşetle daha bir sikica sarilir dallara. Kâbeyi görene kadar, insan tevhid ağacinin aşaği dallarinda meyveler topladiğini düşünüyor. Sokaklarda ve kaldirimlarda, tevhid ve şirk, iman ve küfür arasindaki mesafe kapaniyor gibi gelir bize. ‚ünkü hem iman ehlinden, hem dünya ehlinden birbirine yakin davranişlar ve sözler çikiyor. İmanin güzelliği ve küfrün çirkinliği, gafletin alacakaranliğinda yumak ipleri gibi birbirine karişiyor, bulaşiyor. Lâkin Kâbenin eteğinde iman ve küfür, tevhid ve şirk birbirinden siyriliyor; çirkinlik güzellikten ayriliyor; şirkin anlamsizliği uzaklarda tortulaşiyor, insani kalbi duru ve berrak bir iman lezzetiyle yikaniyor. Kâbenin bir ve tek oluşunu, dünya gözüyle tasdik edinceye kadar, Kâbeye yönelmenin, kibleye durmanin ebed” visalle ve ebed” firak arasindaki çizgiyi belirlediğini yeterince anlayamiyor insan. İman ve küfrün arasi sonsuzcasina açiliyor Kâbede. Tevhid, bizi mutlak yokluk çukurlarindan düşmekten alikoyan bir ağaç oluveriyor. Tutunduğumuz hakikatlere daha bir siki sariliyoruz; ayağimizi ve kalbimizi kildan ince, kiliçtan keskin siratlara sürüyoruz. Kâinatlar dolusu firaklardan siyrilmiş olmanin hazzi ve bu firaklara yeniden düşebilme ürpertisi, insanin gözünü ve kalbini o kara noktaya, Kâbeye, kilitliyor. Kâbe gözbebeğime ayrilmaz bir kara leke gibi oturuyor. Öylece gözümün kara gözbebeği, kalbimin kara sevdasi oluveriyor...

***

 

 

 

Güneşin ve Ayin Nûrlandiği Dağ

 

Dağ ne kadar yüce olsa

Yol onun üstünden geçer

ÑYûnus Emre

 

Bir gece yarisi Nûr Daği”nin eteklerindeyiz. Dolunayin süt beyaz gölgesi altinda, ilik bir melteme yüzlerimizi dönüp, ilk âyetin yankilandiği dağin zirvesine doğru bir âyetin mânâsina erişmenin zorluğunu dizlerimize kadar yaşarcasina kâdem basiyoruz. Dağin müphem silüeti karanlik yeryüzünün semânin nûruna ihtiyacini ilan ediyor gibi. İnce ince kivranan patika yolda ayaklarimin altinda yuvarlanan taşlarin benden sakladiklari önemli sirlar olduğunu düşünüyorum. Topraktan başini uzatan dev kayalar binlerce yildir O”nun (asm) nazarina arzedilmeyi beklemişler ve nihayet mükâfatlarini almişlardi. Nasil da bu kadar siradan bir şeylermiş gibi sessiz ve sâkin duruyorlardi. Gece ne kadar karanlik olursa olsun, ebed” kilinmiş Hakikat Güneşi”nin (asm) sicak temasi ve nazari geziniyor gibiydi üzerlerinde. Taşlari kiskaniyorum ve soruyorum: Hanginize Resûlullah”in ayaklari değdi?

Yoruldukça duruyor, yürüdükçe daha da uzaklaşir gibi olan zirveyi süzüyorum. Acaba Cebrail”in (as) Òİkra" sesi hâlâ yankilaniyor mu oralarda? Nefes nefese kendime cevap yetiştirmeye çalişiyorum: ÒKur”ân dağlara değil, senin omuzlarina indirildi Sena”. “Oku” emrinin yankisini kendinde aramalisin. Bir dağ kadar dik ve sarp gururunu âyetin emri altina verebiliyor musun? Siradağlar kadar geçit vermez hevesâtini ve hevâni aşip ardina koyabiliyor musun?"

Zirvede, gece yarisi olmasina rağmen izdiham yüzünden Hirâ”yi görmekten ferâgat edip, gecenin mağarasini seyre koyuluyoruz. Dolunay Mekke”nin, tam da Kâbe”nin üzerinde yavaş yavaş ufka doğru meylederken, sabahi bekliyoruz. Güneşin hangi dağin ardindan başini uzatacağini tahmin etmek zor. Gecenin mavi ve beyaz karişimi libasi dağlara temas eden eteklerinden yirtilmaya başliyor. Şafağin pembesi kan pihtisi gibi dağlarin zirvelerinde kümelenirken, hiç beklemediğimiz bir dağin arkasindan, tam da ayin batmaya hazirlandiği yerin karşisinda ilk beyaz huzmeler uzandi. Güneş yükseldikçe, dolunay hem siliniyor, hem ufka yakinlaşiyordu. Nihayet güneşin ve ayin karşilikli iki ufku aydinlattiği bir ân geliverdi. Yol arkadaşim tam o ânda Resûlullah”in bizim ebed” saadetimize gebe olan o güzel yeminini hatirlatti: ÒSağ elime güneşi, sol elime ayi verseniz, bu dâvadan vazgeçmem."

İzdihamin dağilir gibi olduğu bir ara Hirâ mağarasinin ağzina doğru gittim. Mağaranin ağzi tahminlerimin tersine Mekke”ye doğru değil, Mekke”yi ve Kâbe”yi arka çaprazda birakan bir yöne bakiyordu. Eğer sabahi Hirâ”nin ağzinda oturarak bekleseydik ve duâ ederken ellerimizi alabildiğine genişçe uzatsaydik, güneş sağ avcumuzun içinde, ay sol avucumuzun içinde olacakti. Resûlullah”in (asm) dâvâsi tâ başindan kazanilmiş, duasi ellerini açar açmaz kabul edilmişti.

Meğer güneş de ay da o iki elin ayasindan yükselen duanin çerağindan tutuşturulurmuş. Dağlara karanlik diyenlere bakmayin siz; yoksa bazilarinin adi niye “Nûr” olsundu?

 

***

Seni Sevmeler Cumhuriyeti

Dönüşten sonra, Medine”nin ve Mescid-i Nebev””nin ruhumda biraktiği tarif edilmez âsûdeliğin ve sükûnetin içinde yüzüp durdum. Bu hâl bozulur korkusuyla bir süre sokağa çikmaktan korktuğumu itiraf ederim. Diğer taraftan, Medine”yi yeterince anla(ta)mayişimin da ezikliği vardi üzerimdeÑinsan anlattikça daha çok eziliyor ya neyse...

 

Medine-i Münevvere”de her söz Muhammed”le (asm) başliyor, Muhammed”le (asm) bitiyor. Habibullahin (asm) şahs-i manev”si gece-gündüz hiç batmayan bir güneş gibi üzerinizde pervâz edip duruyor. Onun (asm) ümmetine olan hadsiz şefkatini serin ve hoş kokulu bir nesim gibi yanağinizda hissediyorsunuz. Bütün endişeleriniz Onun (asm) iki mübarek dudaği arasindaki ebed”Êtebessümde eriyip gidiyor. Hele Ravza-i Mutahhara”da namaz kilarken, dua ederken sâlât ve selâm getirirken, alninizin terini silen, omuzunuzu sivazlayan bir mücessem şefkati hissetmeden edemiyorsunuz. Hele hele Onun (asm) huzurunda iken, Onun (asm) izn-i İlâh” ile sizi duyduğunu ve selâminiza tebessümle karşilik verdiğini bilerek, Rabbimizden isteklerimizi Onun (asm) niyazdar ve nazdar elçiliğine havâle ederek, doğrudan Ona (asm) hitab etmek, semâv” bir helvanin tadini birakiyor dilinizde ve damağinizda.

Medine”yi anlatacak kisa ve özlü bir şeyler aradim durdum. Şükür ki hac dönüşünün ertesi günü bir şarki sözü imdadima yetişti. Medine”yi kalbimde şöylece kodladim: ÒSeni Sevmeler Cumhuriyeti"

 

***

Yapraklari Dökülen Hac Kitabi

Mekke”de yüreği temiz, safça bir insan bir zamanlar okuduğu bir Hac kitabini öve öve bitiremiyordu:

ÒNe güzel kitapti ama... Okudukça ağliyordum."

Ardindan esefle ekliyordu:

ÒAma sayfalari bir okumada dağiliyor, dökülüveriyordu."

Benimse onu teselli etmeye hiç mi hiç niyetim yoktu:

ÒBelki," dedim biraz muzipçe, Òsayfalari döküldüğü için güzeldir."

Haccin değil bir günü her bir âni bir daha dönmemek üzere kâinat kitabindan kopuyordu.

 

 

 

 

 

 

“Hacdan dönmek” olmaz

 

Hacilar dönüyorlar. Eski ve eskimiş bir “haci” olarak kiskaniyorum onlari. Şimdilerde kalpleri dupduru, tenleri Kâbe kokulu, gözleri tevhid doludur onlarin. Onlari ziyaret edin, onlara “haci” olduklarini hatirlatin. Tanimasaniz bile bir taze hacinin yanina varin ve sirf haci olduğu için onunla taniş olun. Taze hacilarin etrafinda onlarin Kâbe etrafinda pervane oluşlari gibi pervane olun. Haci ziyaretinin hac ziyareti kadar olağanüstü ve yegane olduğunu bilin ve onlara bildirin. Onlar da anlasinlar haccin bitmediğini, yüreklerine tek itibar vesilesinin Kâbe”ye yönelmek olduğunu yerleştirin. Asil kiymetlerinin Resul-u Ekrem”e (asm) ümmet olmaktan geldiğini olduğunu bir daha anlasinlar. Onlar hacilar, haci olduklari için, haci kaldiklari için itibar görsünler. Bundan böyle de kazandiklari itibarlarini yitirmemek üzere atsinlar adimlarini. Sakin kalabaliğa karişmasinlar. Kurtlarin kapmasindan korkmasinlar, sürüden ayri kalsinlar; zira şimdi hepimiz kurt sürüsündeyiz.

 

Bir kaç söz de hacilara ama illâ yüreğinde haccin heyecanini terütaze taşiyan hacilara, “taze” hacilara. On defa da gitmiş olsa, “bu hac başkaydi” diyen hacilara sözüm. İki şehri ziyaret edip de, hurma ve zemzemden gayrisini getirmeyen hacilara konuşmuyorum. Fazileti kendinden menkul irki adina ümmeti çekiştiren hacilara sözüm yok. İllâ da taze hacilara diyorum ki, hacdan geldiniz bari “hacdan dönmüş” da olmayin. Bundan beri “hacdan dönmek” olmaz.

 

* * *

Hac yolculuğunun yönü tam da hayatimizin aktiği yöne doğrudur. Hac, ruhumuzu çokluktan bire çeker, muhitten merkeze kişkirtir. Hac, ruhumuzu yalinlaştiğimiz, yalnizlaştiğimiz ve yakinlaştiğimiz ölüm anina yakin eder. Kulluğumuzun sinanacaği keskin siratlara ayaklarimiz bu yolculukta. Hayatimizin durulduğu anlarin provasini yapariz Kâbe”ye yaklaşirken. Böylece “hesap günü”ne giden yol üzerine düşer Kâbe”nin yöresi.

İstesek de “yoldan dönmek” olmaz.  

 

* * *

Hergün beş vakit döndüğümüz yeri belleriz hacda. Vahdeti elle dokunulur, gözle görülür eyler Kâbe”nin kara bedeni. Onun etrafinda olmayan herşey ve herkes çirkinleşir, güzellik onun etrafinda olanlara ve ona doğru yönelenlere mahsus olur. Kiblemizi heyecanla doğrulturuz böylece. Güzelliğe doğru, hayra doğru yöneliriz. Kiblemiz yeniden var olur ve bizi de O”na yeniden yâr eder.

Bundan beri “kibleden dönmek” olmaz.  

* * *

Arefe günü elimiz bir otu ve bir saç telini bile koparmaktan men edilirken, bayrama erer ermez bir can boğazlamaya emredilir. Anlariz ki, elimiz bile elimizde değilmiş ve irademiz de “O”nun eli”ndeymiş. Öylece O”na ezelde verdiğimiz sözü yeniden hatirlariz. "Evet, sen bizim Rabbimizsin!"

Gayri “sözden dönmek” olmaz. 

* * *

Şeytani taşladiğimiz elimizle, Resul”ün[asm] mescdinden el bağlariz. Attiğimiz taşlarca şeytana ve yandaşlarina nefret duyduk, nefsimize ve hevamiza baş kaldirdik ve Muhammed”e [asm] muhabbetimizi artirdik. Biatimizi tazeledik, şeytandan uzak olduk.

Artik “biattan dönmek” olmaz.

* * *

Öteden beri hasretini çektiğimiz yöreye varmakla, uzaklaşma değil, yakinlaşma duygusu yaşariz. Secdelerce yakinlaştiğimiz o yöre alnimiza gurbet değil sila kokulu rüzgârlar değdiriyor olmali. Uzaklik değil, yakinlik yürümüş olmali yüreğimize. Orada bildik bir vatan sicaği tatmiş olmali yüreğimiz, koskoyu bir silaya salinmiş olmali ruhumuz. Dünyalilarin belirlediği mill” sinirlar silinmiş olmali zihnimizde. Burasi ne kadar vatansa, orasi da vatan. Her mü”minle ayni milletten olduğumuzu anlamiş olmaliyiz şimdi. “Millet-i İbrahim”den saymaliyiz kendimizi. Burasi ne kadar sila kokuyorsa, orasi da o kadar “baba ocaği” kokusu salmali ruhumuza.

Öyleyse “siladan dönmek” olmaz.

* * *

Ve illâ ki “hacdan dönmek” olmaz.

Senai Demirci Eserler