14.02.2006
Aşk ve sevgi… Tecellisi gönülde beliren, gönlü
muhatap alan duygular... Buna, insanı anlamlandıran beşerî, İlahî ve mecazî
boyutta telvinler de denilebilir.
Belki biri diğerinin vasıtası, diğeri ötekinin
hedefi. Asıl hedefe giden yolda kah temrin, kah oyalanıp aldanma…
Aşk ve sevgi… İçinde mahabbet, alâka, yakınlık,
dostluk, meveddet, mürüvvet ve daha pek çon insanî hasletlerin gizlendiği dünya…
Bazen şefkatin, bazen himayenin, bazen merhametin adı. İlahî anlamda yalnızca
bir hedefe, Sevgili’ye bakmak, beşeri anlamda ise aynı hedefe birlikte bakmak…
Sevgililer günü diye bir icad var artık. Bize
dışarılardan dayatılmış bir anlayış… Ve aşkın yalnızca beşeri boyutunu görüyor;
başka sevgileri ve sevgilileri de hariçte tutuyor. Evet… Varsayalım ki biz de bu
mânâda “sevgili” diyeceğimiz kişiyi, can yoldaşımızı hatırlayacağız; onu
hediyelerle, çiçeklerle hatırlamadan evvel kalbimizde hatırlamaya kim itiraz
edebilir?!.. Üstelik bunu bir gün değil, her gün yapmamız gerektiğini ihtara
hacet var mıdır?!.. İşte bu daimi hatırlamadır ki bizi ismete, ahlaka, nezahete
ve necata götürür. Bu da bizim, canına sevgili arayan behîmî yanımızı yontup
sevgili için can götüren insanî hasletimizi teraziye koyacaktır. Örnek mi
istiyorsunuz; beraber okuyalım:
Canı için sevgili isteyenin hikâyesi
Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı.
Garibanın biri onu görmüş ve âşık olmuştu. Her nereye gitse sevdiğinden
bahsediyor, aşkını anlatıyor, sabredemiyor, çırpınıyor, ah çekiyor, halkı
kendine acındırıyordu. Öte yandan şehirde haber çabuk yayıldı ve sultan bunu
duyunca âşıkı huzura getirtip,
-Ya ülkemi terk eder gidersin, dedi, ya da kelleni
vurdurtacağım, kararını hemen ver.
Zavallı adam, düşündü, taşındı ve gitmeye karar
verdi. Sultan ise adamın cevabını duyunca cellatları çağırttı. Vezir dedi ki:
-Hünkarım, neden suçsuz birinin kellesini
vurdurttunuz?
-Çünkü gerçek bir âşık değildi o, sahtekardı. Eğer
gerçekten âşık olsaydı başının kesilmesini seçerdi. Eğer başının kesilmesini
seçseydi, tahtımdan kalkıp onu yerime oturtacaktım.
İhtar: Hayatını sevgilisinden daha çok seven kişi
aşk davasına kalkışmamalı.
Sevgili için can isteyenin hikâyesi
Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı.
Uzun saçlı bir delikanlı ona âşık oldu. Geceleri hasretiyle ah ediyor,
gündüzleri sarayın kapısını gözlüyor, o nereye giderse atının ardından
sürüklenip gidiyor, koşuyor, gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıtıyordu. Bu
yüzden sultanın çavuşlarından durmadan eziyet görüyor, dayak yiyor, ama bir
kerecik olsun feryad etmiyor, ah demiyordu. Halk bu olup biteni gördükçe kah
delikanlıyı ayıplıyorlar, kah sultanın insafsızlığına söyleniyorlardı.
İçlerinden bir tanesi bile delikanlıyı kıza layık görmüş değildi. Nihayet kız,
babasına,
-Bu bela niceye dek sürecek, dedi; beni bu halden
kurtar, artık utanıyorum.
Sultan bunun üzerine o delikanlının tutulup derhal
şehir meydanına getirilmesini, orada saçlarından bir atın ayağına bağlanıp
bedeni paramparça olana dek sürükletilmesini ferman etti. Halk, yürekleri
parçalanarak meydana toplandılar, göz yaşları toprağı kızıl güllere
benzetmekteydi. Ve nihayet sultan da kızı uğrunda can feda edecek olanın halini
görmek istiyordu. Herkes hazır olunca bir asker, delikanlının saçlarından tutup
hazırlanan atın ayağına bağlamak üzere sürüklerken aniden kurtuldu ve padişahın
huzuruna koşup eteğine yapıştı:
-Ey âleme adalet veren sultan, dedi; senden bir
dileğim var, bir parçacık beni dinle!...
Sultan hışımla karşılık gösterdi:
-Canını bağışlamamı istiyorsan, nafile; şu anda
seni öldürtmekten daha önemli bir arzum yok. Saçımdan sürükletme, bir anda
öldürecek bir yol tut diyeceksen, ahdettim, senin kanını at nallarına
çiğneteceğim. Bir zaman için bana aman ver diyeceksen, bu da mümkün değil, çünkü
toplanan halka karşı küçük düşmüş olurum. Yok kızımla birkaç dakika olsun yalnız
kalayım diyeceksen, onun bir tek tel saçını bile sana reva görmem, artık onun
yüzünü göremeyeceksin.
-Hayır, ey her yaptığını güzel yapan sultan, dedi
delikanlı, canımı bağışlamanızı istemiyorum sizden. Hiçbir an mühlet de
dilenmiyorum hatta. Kızınızı bana göstermeyeceklerini de artık biliyorum.
Atların ayağı altında sürüklenme konusuna gelince, buna da itirazım yok. Benim
sizden isteğim tamamen başka.
-Söyle o vakit nedir dileğin?
-Elbette bugün beni öldürecek, at nalları altında
hor ve hakir bir halde kanımı toprağa karıştıracaksın. Dileğim o ki beni onun
atının ayağına bağlayıp sürüklet. Çünkü ben o ay yüzlünün yolunda ölünce ancak
diri olabilirim.
Sultan, onu bağışladı ve kızıyla evlendirip ölü
gönlüne can verdi.
Aşağıdaki satırlar, gerçek sevgilerin cazibe
merkezi, yüreklerin en hassas süveydalara açılan kapısını ve Sevgililer
Sevgilisi’nin ruh ve beden yapısını anlatır ki Hakanî Mehmed Bey tarafından
yazılan Hilye-i Saadet adlı kitaba göre düzenlenmiştir.
En Sevgili’nin hilyesi...
“Saçı fazla uzun olmazdı ve tam kıvırcık
denilmeyecek derecede dalgalı idi. Saçını ortadan ayırır ve dört bölük halinde;
ikisini omuzlarına, ikisini de kulaklarına doğru bırakırdı. Bazan kulaklarını
açıkta bıraktığı da olurdu. Bu saçlar, misk gibi siyah renkli ve güzel kokulu
idi.
Her iki mânâda alnı açıktı. Bu alın genişçe ve
buğday renkli idi. Ancak ortasında daima bir nur parlardı.
Yüzü değirmi idi. Ona dikkatle bakılamazdı. Parlak
bir çehresi vardı. Ayın ondördü gibi parlardı. Dolgun veya şişman olmadığı gibi
kuru ve zayıf bir yüz de değildi. Yanakları ne etli ne de çöküktü. Yüzünün
aklığı içinde yanaklarının kırmızısı gâlip idi. Terlediği zaman üzerine çiğ
tâneleri kondurmuş gülü andırırdı. Öfkesi ve memnûniyeti, yüzünden
anlaşılabilirdi. Uzun, ince ve hilal kaşlı idi. Kaşlarının ucunda kıvrım vardı.
İki kaşı arasında tüy yok idi ve bembeyaz görünürdü.
Kirpikleri siyah ve uzun idi.
Gözünde ezelden bir sürme mevcuttu. Beyazı katı
beyaz; karası kapkara idi. Gözleri geceleyin de gündüz gibi görürdü. İlahî aşkın
eseri bazan gözlerinde kızarıklık oluştururdu. Baktığı zaman karşısındaki kişi
nazarına dayanamaz ve gözlerine dikkatle bakamazdı.
Burnu mütenasip idi. İki kaşına yakın olan kısmı
bir parça yüksekçe idi. Koku almakta çok hassastı.
Ağzı ne çok büyük; ne de çok küçük idi.
Dişleri aralıklı olup üst üste değildi. İnci gibi
bembeyazdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nur çıkar gibi görünürdü.
Güldüğü zaman dişleri dolu taneleri gibi parlardı.
Gülüşü tebessümden ibaretti. Kahkaha ile gülmekten
hayâ ederdi. Eğer kahkaha ile gülecek olsa Arş-ı Âlâ titrerdi. Bu sebeple ömrü
boyunca hiç kahkaha ile gülmedi.
Çenesi yuvarlak idi.
Sakalı sık ve siyah idi. Ömrü boyunca sakalında
yalnızca 17 kılı ağarmıştı. Her yeri aynı uzunlukta kesilirdi.
Boynu ve gerdanı bembeyaz idi. Bu boyun, ne uzun;
ne kısaydı. Gerdanı çok güzel görünüşlüydü.
Pazuları etli ve beyaz idi.
Omuzları genişti. Üzerinde tek tük kıllar mevcut
idi. Yassı yağrınlı olup yağrının ortası etli idi. Nübüvvet mührü onun iki kürek
kemiği arasında ve sağ omzuna yakın bir yerde bulunuyordu. Bu mühür, siyaha
çalan sarı renkte olup çeyrek altın büyüklüğünde bir ben idi. Üzerinde dik duran
siyah kıllar var idi.
Beden olarak ince yapılıydı. Vücut yapısının bir
benzeri daha yaratılmamıştır. Giyecek olarak en çok beyaz; sonra yeşil rengi
tercih ederdi. Yazın ince atlas kumaş; kısın yün giyerdi. Elbisesi asla
gösterişli olmazdı. Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.
Bir yere yöneldiği zaman bedeniyle birlikte döner,
asla başını çevirerek bakmazdı. Başını çevirip bakmak insanı hayasız eylediği
için onun bu tavrı ümmetine sünnet olmuştur.
Vücudundaki kemikler irice ve muntazam idi.
Pazusu koluyla; uylukları da ayaklarıyla şekilce
birbirine uygun idi. Kuru yâhut ince olmayıp dolgun idiler. Her azası
birbirinden güzel idi. El ve ayak ayaları genişçe idi. El parmakları uygunluk
içindeydi.
Göğsü ve karnı birbirine uygun ve aynı düzgünlükte
idi. Göbeği yuvarlaktı. Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi hâlinde kıllar
uzanırdı.
Orta boylu sayılırdı. Göze çarpacak kadar kısa;
dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Orta boylu olmasına rağmen kendisinden
uzun birinin yanında el ayası kadar uzun görünürdü. O kişi yanından ayrılınca
yine orta boylu gösterirdi. Boyu selvi misâli düzgün idi. Bedeninde kıl yok idi.
Teni gül gibi kokardı ve yaşı ilerledikçe âdetâ tazelenirdi. Ne zayıf; ne de
etli ve göbekli idi. Her bir parmağı kalem gibi düzgün idi.
Yürürken hızlı yürürdü. O kadar ki ayakları
altında yeryüzü dürülüyormuş gibi olurdu. Yürürken ona yetişebilmek zor idi.
Hayasından yokuş iner gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı.
Yolda birdenbire karşısına çıkıveren kişi ondan
heybet duyar ve aciz kalırdı.
Konuştuğu kişiye güzel kokusu siner ve birkaç gün
çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler çocuğun kokusundan, ona
Peygamberimiz’in dokunduğu bilinirdi. O çocuk, diğer akranları arasında daima
fark edilirdi. Konuştuğu her kişi sözlerindeki güzellik ve tatlılık ile onun
kulu kölesi olmaya hazır olurdu. Etkili konuşması ile müşrikler Müslümanlığı
seçerdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ var idi. Asla dedikodu ve
malayâni konuşmazdı.
Kısacası yaratılış ve huyca ne o tam olarak
kimseye benzer; ne de kimse O’na benzeyebilirdi. Bir hadîs-i şerîfte; “Ben en
fazla babam Hz. Âdem’e benzerim; peygamberler içinde bana en çok bezeyen de atam
Hz. İbrahim’dir.” buyurmuştur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|