Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’ân âyetlerinin açıklanmasında Hadisin yerini hiçbir şeyin dolduramayacağını Kenan Demirtaş'a anlatıyor.
İslâm tarihinde çözülmelerin yaşandığı ve Kur’ân ruhundan uzaklaşıldıgı zamanlar âlimler çıkış yolunu Sünnetin içinde aramışlar ve orada da bulmuşlardır. Çünkü Kur’ân’ı en iyi anlatan şüphesiz Peygamberdir. İşte Hadis ve Sünnet konusunda uzman olan Prof. Dr. İbrahim Canan bize bu yolu anlattı ve hadisleri tefsir açısından değerlendirdi. Bilindiği gibi Prof. Dr. İbrahim Canan, ilâhiyat camiasında birçok ilim adamının yetişmesine vesile olmuş bulunmaktadır. Bu arada Sünnetle ilgili birçok eser yazmış ve özellikle Kütüb-i Sitte gibi büyük bir hadis külliyatını tercüme ederek milletimize Peygamber çizgisini anlatmıştır.
İslâm âlimlerinin hepsi, Kur’ân’ı açıklamada Peygamber (a.s.m.) sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir. Bunun dayandığı bir gerçek var mı?
Evet, peygamberlik görevi sadece Kur’ân’ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir. Meselâ şu âyetler onun İlâhî görevlerinden bir kısmını belirtiyor:
“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”(İbrahim Sûresi,14-4)
“O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resulullaha uyarlar. O peygamber ise kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona îmân eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nûra uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”(A'raf Sûresi, 7-157)
“Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab Sûresi ,33-36)
“Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa Sûresi, 4-65)
“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.”(Nisa, 4-80)
“Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.”(Haşir Sûresi, 59-7)
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” (Âl-i İmran Sûresi, 3-31)
Evet, buna benzer âyetler Peygamberimizin (a.s.m.) görevini, sadece Kur’ân’ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtiyor.
Bunu biraz açabilir miyiz?
1. Efendimizin bir görevi özet şeklinde olan âyetleri açıklamaktır: Meselâ Kur’ân “Namaz kılın” diyor, ama namaz nasıl kılınacak? “Rükû ve sücud yapın” diyor, ama rükû ve sücud nasıl yapılacak, teferruat vermiyor. Kıyam nasıl yapılacak, ayrıntı yok. İşte Peygamberimiz “Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın” diyerek âyet-i kerimeyi şekil ve muhteva olarak açıklıyor ve nasıl tatbik edilebileceğini gösteriyor. Namaz, oruç, zekât, hac gibi Kur’ân-ı Kerimde mücmel (özet) olarak gelip açıklanmayan emirleri Peygamberimiz açıklıyor.
2. Efendimizin görevleri arasında, anlaşılması zor olan âyetleri açıklamak da vardır.
Meselâ âyet-i kerîmede, “Onlara karşı gücünüzün yettiği her türlü kuvveti ve cihad için ayrılıp eğitilmiş atları hazır tutun ki, onunla Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilemediğiniz, fakat Allah’ın bildiği düşmanlarınızı korkutasınız” (Enfâl Sûresi,8-60) buyuruluyor. Bu âyette “Kuvvet ve savaş atlarını hazır bulundurun” tabiri geçiyor. Sahabe Peygamberimize sormuş: “Kuvvet nedir?” Peygamberimiz, “Bilin, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır” diye üç defa tekrar etmiştir. Her devrin değişen atma vasıtalarına süratle, vakit kaybetmeden ayak uydurmamızı emir buyurmuştur.
3. Sonra Kur’ân-ı Kerimin mutlak ve âm (sınırsız ve genel ifadeli olan) âyetlerini takyitle tahsis ediyor, yani onlara sınır getiriyor. Meselâ, “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı”(Bakara Sûresi,2-275) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Ama Peygamberimiz buna bir sınır getirerek domuzun ve içkinin alışverişini yasaklamıştır. Demek meşru alışverişin sınırlarını bu şekilde açıklamış oluyor.
Diğer bir örnek ise şu âyet-i kerimedir: “İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmamış olanlar—korkudan emin olmak işte onların hakkıdır ve doğru yola eriştirilenler de onlardır.”(En'am Sûresi,6-82) Sahabe bu âyet gelince telâşlanıp Peygamberimize sormuş: “Hepimiz nefsimize zulmediyoruz. Yâ Resulallah, bizde zulme düşmeyen var mı?” Peygamber (a.s.m.) “Şirk pek büyük bir zulümdür” âyetini hatırlatarak buradaki zulmün şirk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bu neviden olan Kur’ân-ı Kerimdeki anlaşılması zor olan âyetleri Peygamberimiz açıklıyor.
3. Sonra Kur’ân’da olan meseleler ayrıca Peygamberimiz tarafından tekraren teyit ve te’kid edilmiştir. Böylece onun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Bu da bu sadette söylenebilir.
4. Peygamberimizin bir de şâri’ yönü, yani, Kur’ân’da olmayan hükümleri koyma yetkisi var. Meselâ, yiyeceklerden haram olanların isimleri iki âyet-i kerimede belirtilir. Ama onların hiçbirisinde eşek eti geçmez. Peygamberimiz Hayber Seferi sırasında, ehlî (evcil) eşek etini haram etmiştir.
Bunlar niçin Kur’ân’da açıklanmamış da Peygamberimize bırakılmıştır?
Kur’ân bütün teferruatı verseydi ciltlerle dolu bir kitap olurdu. Halbuki bu da Kur’ân’dan istifademizi zorlaştırır. Bu bakımdan meselelerin bir kısmının açıklamasını Peygamberimize bırakmıştır. Peygamberimize bıraktırmasının da ayrıca birtakım maslahatları var. Çünkü birtakım meseleler zaman içerisinde neshedilmiş, yürürlükten kalkmıştır.
Hem hadislerin bir kısmı bize zayıf hadisler şeklinde gelmiştir. Bu zayıf hadislerle amel ihtilâf getirmiştir. İhtilâf ise ümmet için rahmettir. Halbuki Kur’ân-ı Kerimde kesin olarak bütün bu meseleleri zikretmiş olsaydı, orada ihtilâf etme şartımız azalırdı. Dinimizin gelişen zamana ve toplum şartlarına göre esnekliği azalabilirdi. Halbuki dinimizin üstün bir yönü—kanatimce—zamana ve zemine göre yeni yorumlara imkân tanımasıdır. Bu güzel birşeydir.
Hattâ dahası var. Peygamberimiz de âlimlere bir marj bırakmıştır. Dinimizin güzelliği bu. Âlimler Kur’ân-ı Kerim ve Sünnetten hareketle hüküm koymada birtakım temel kaideler belirtmiş ve usul koymuştur. Âlimler bu usullerle yeni meseleleri yoruma kavuşturuyor. Böylece başka şeriata ve kültür sistemine ihtiyaç hasıl olmadan, kanun alma ihtiyacı duymadan yeni şartlara göre kanunlarımızı kendimiz koyabiliyoruz. Nitekim Osmanlının son dönemlerine kadar bütün ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarımız kendi değerlerimiz çerçevesinde kanunlaştırılmış, Kur’ân ve Sünnetten çıkartılmıştır.
Halkımız hadislerle Kur’ân-ı Kerimi nasıl öğrenecek? Meselâ Yâsin Sûresini hepimiz çok okuyoruz. “Peygamberimiz acaba bu sûreyi nasıl tefsir etmiş” diye öğrenmek istesek, bunu nereden bulacağız. Bir usulü, yöntemi var mı bunun?
Öncelikle Kur’ân, Kur’ân ile tefsir edilir. Çünkü bir âyet diğer bir âyeti açıklar. Bir konu bir yerde bir yönü anlatılır, diğer bir yerde diğer bir yönü anlatılır ve hakeza. Fakat Peygamberimizin de Kur’ân’la ilgili çokça tefsiri vardır. Buharî’nin en geniş bölümlerinden birisi Tefsir’dir. Tirmizî’nin en geniş bölümlerinden birisi yine Tefsir bölümüdür. Kaldı ki Buharî ve Tirmizî’de yer almayan tefsire müteallik hadisler, başka kaynaklarımızda verilmiştir.
Ben bazan matematiği uygulayarak diyorum ki: bir doğru iki noktadan geçer. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerimden çıkaracağımız bir mânâda Kur’ân-ı Kerim çıkış noktasıdır. İkinci bir nokta olarak Hadise atıf yapmazsak, o zaman o tek noktadan binlerce görüş çıkabilir. Halbuki din nedir? Tevhid, birlik, beraberlik dinidir. O âyetten herkes kendi kafasına göre bir yorum değil, gerçeğe uygun yorum çıkaracaktır. Acaba Peygamber ne demiştir, ona bakacağız. Peygamber sözlerinde yoksa, acaba Sahabe ne demiştir, Tabiîn ne demiştir, Etbeuttabiîn ne demiştir, onlara bakacağız. Onlar Kur’ân’ı aslına uygun şekilde anlama şansına bizden daha çok sahipti.
Hadislere ne derece güvenilir?
Hadislere güvenmemek için bir sebep yok. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerim insanları Peygamberimize yöneltiyor, “Onun getirdiğini alın, onun yasakladıklarından kaçının” diyor. Yani Kur’ân ikinci bir kaynağı olarak devamlı şekilde Peygamberimizi nazara veriyor.
İkincisi Peygamberimiz kendisini öne sürüyor, Sünnetine dikkat çekiyor ve Sünnetle bu işin yürüyeceğini Peygamber Efendimiz ifade ediyor. Meselâ Peygamberimiz Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyor. “Orada ne ile amel edeceksin” diyor. Hz. Muaz “Kur’ân’la amel edeceğim” diyor. “Kur’ân’da bulamazsan?” diye soruyor Peygamberimiz. “Sizin sünnetinizle,” diyor Hz. Muaz. “Sizin sünnetinizde bulamazsam, içtihadımla” diyor. Peygamberimiz bundan çok memnun kalıyor. İslâm ulemasının hepsinin elinde delildir bu hadis. İçtihadın gerekli olması hususunda, Sünnetin delil olması hususunda bu delildir. Dolayısıyla Resulullahın sağlığında Sahabe ikinci kaynak olarak hadisi bilmektedir.
Hz. Ömer anlatıyor: “Ben emsalim bir kardeşimle münavebe yaptım. Bir gün o tarlaya gidiyor tarla işlerini yürütüyor, ben Resulullaha gidiyorum, orada Resulullahı dinliyorum. Akşam gelince emsalim olan kardeşime o gün Resulullahtan gördüğümü, duyduğumu anlatıyorum. Ertesi gün ben tarlaya gidiyorum, emsalim kardeşim Resulullahı takibe gidiyor, duyduğunu, gördüğünü akşam bana anlatıyor. Böylece Peygamberimizi her gün yakından takip etme fırsatı buluyoruz.”
Bir Sahabî diyor ki: “Ben Resulullahtan her duyduğumu yazardım. Bana dediler ki, ‘Resulullah da bir insandır. Bazan öfkeli halde konuşur, bazan sükûn halinde konuşur. Herşeyini yazmak doğru değildir.’ Bunun üzerine vazgeçtim. Ama duyduklarım aklımda kalmaz hale geldi. Onun için yine Peygambere gidip durumu anlattım. ‘Yâ Resulallah, senden güzel şeyler işitiyor ve bunları yazıyordum. Fakat Ensar böyle böyle söyledi. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama şimdi yazmayınca da rahatsızım, ne yapayım?’ dedim. Resulullah mübarek ağzını göstererek ‘Bundan haktan başka birşey çıkmaz, yaz’ buyurdu.”
Yine Resulullaha uğrayanlar oluyor ve hafızalarından şikâyet ediyorlar. Peygamberimiz onlara “Sağ elini yardıma çağır” buyuruyor, yazmalarını söylüyor.
Bir başka şey daha söyleyeyim. Enes (r.a.) çok hadis rivayet edenlerin arasında yer alır ve Müksirûn denilen yedi kişiden biridir. Müstedrek’te rastladığım bir hadiste Hz. Enes diyor ki: “Ben Resulullahtan gündüzleri hadis yazar, geceleri tashih etmesi için ona okurdum.” Yani, Peygamberimiz onun yazdıklarını düzeltiveriyor. Ondan sonra hadis ilminde talebelerin öğrendiği hadisleri hocalara götürüp okuması, arz etmesi söz konusu olmuştur. Talebe yazdığını, ezberlediğini hocanın önünde okur, hoca onu tashih ederdi ve öyle icazet alınırdı.
Bütün hadislere Kur’ân tefsiridir diyebilir miyiz?
Evet. Peygamberimiz (a.s.m.) yaşayışı ile Kur’ân-ı Kerimi pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla Kur’ân’ın insanlardan istediği ideal hayat tarzı ve şekli Peygamberimizde kendini göstermektedir. Bunu eğer kulluk noktasından ele alırsak, Allah’a karşı kulluğumuzun nasıl olması gerektiğini en mükemmel şekilde Peygamberimiz göstermiştir. İbadetlerin hepsini Peygamberimiz en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Peygamberimizin kulluğu, Kur’ân-ı Kerimin bizden istediği kulluğun en mükemmel şeklidir, bütün yönleriyle. Beşerî münasebetler de öyle. İnsanlarla ve komşularıyla olan münasebetlerinde en güzel örnekleri göstermiştir. Karı-koca münasebetlerinde en güzel karı-koca münasebetlerini ortaya koymuştur. Çocuk terbiyesinde, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir.
Demek ki Peygamberimiz (a.s.m.) bütün hayatının her safhasında, her kesitinde, her karesinde en güzel örnek olarak Kur’ân-ı Kerimin idealini temsil etmiştir, yaşamıştır, göstermiştir. Müslümanlar bunu imkânları nispetinde aynen Peygamberden alabilirler. Bir hadiste Hz. Ayşe Peygamberimiz ahlakını “Onun ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı” diye ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberimiz ahlâk yönüyle de Kur’ân-ı Kerimin ahlâkını şerh etmiştir, açıklamıştır. Belki hepsini kelama dökmemiştir, ama fiile dökmüştür. Onun her sözü, her fiili ve her davranışı, Kur’ân-ı Kerimin ruhunun tefsiridir.
Diğer yandan, eski milletlerle ilgili kıssalara da açıklama getirmiştir. Hz. İbrahim’in bazı Kur’ân’da olmayan meselelerini Peygamberimizin hadislerinde bulabiliyoruz. Demek ki, Kur’ân’ın temas ettiği, insanlığa getirmek istediği, vermek istediği, hukuk olsun, ahlâk olsun, yaşayış tarzı olsun, bütün derslerin hepsini Peygamberimizin hayatında, bazan sözleriyle, bazan fiilleriyle, bazan tahlilleriyle bulabiliyoruz.
Şimdi Kur’ân-ı Kerimde “Yiyin, için, israf etmeyin” buyuruluyor. Başka bir âyette de, tebziri yasaklıyor. tebzir, israfın kardeşidir. Şimdi bu iki âyeti daha iyi anlamak için Peygamberimizin uygulamasına bakalım:
Efendimiz israfa gayet net bir sınırlama getirmiştir ki, bunun en canlı örneği abdesttir. Abdest alırken suyu israf etmemek için ölçülü kullanırdı. Üç avuç suyla organları yıkamayı emir buyurmuştur. Fazlası mekruhtur. Bu miktarla sınırlamış Peygamberimiz. Sahabe şaşırıyor ve diyor: “Yâ Resulallah, suyun tasarrufu için mi?” “Hayır,” diyor Peygamberimiz. “Nehir kenarında olsan bile organlarını üçer defa yıkayacaksın.”
Ben hadislerde gördüm, Ebu ed-Derdâ’dan gelen bir rivayet: “Birgün Peygamberimiz bir yere giderken nehre rastlamış. Oradan bir kap su getirmişler Peygamberimize. O da onunla abdest almış ve bir miktar su artmış. Biz olsak o suyu şöyle etrafa serpiveririz. Halbuki Peygamberimiz buyuruyor ki: ‘Gidin, bunu nehre boşaltın. Ola ki ileride bir canlının kursağına gıda olur.”
Bir de, fazla yesek, fazla konuşsak, zamanımızı boş yere geçirsek, israf yapmış oluruz. Bunlar da bizim geri gelmeyecek israflarımız. Veya bir kibrit çöpünün yakılması da israftır. Bunlar da mekruhtur. Günde beş defa abdest alırken suyun israf edilmemesiyle, tabiata karşı saygı dersi verilmiştir. İsrafın hayatın diğer alanlarında da ciddî bir mesele olduğu, abdest örneğiyle ders veriliyor.
Şimdi, “İsraf etmeyiniz” âyet-i kerimesinin açıklanmasına bakınız. Demek âyet-i kerimeyi okuduğumuz zaman bu âyetlerin hadis-i şeriflerde nasıl açıklandığına bakmamız lâzım. Hadis kültürümüz ne kadar geniş olursa Kur’ân-ı Kerimi o nisbette anlamış oluruz.
Ben sonuç itibarıyla şöyle bir şey söyleyebilir miyim? Kur’an-ı Kerimden bir ayet okuduğumuz zaman, bunun anlamını meallerden ve tefsirlerden öğrenmeye çalışacağız. Ancak bununla yetinmeyeceğiz, hadis kültürümüzü çoğaltacağız. Bol miktarda hadis öğrenerek bunlarla hayatımızı şekillendireceğiz. Bu şekilde Kur’ân’ı okuduğumuzda onun anlamını Efendimizden bizzat öğrenmiş gibi olacağız.
Kesinlikle. İşte bunu anlayan âlimlerimiz, meselâ Taberî, bir âyetle ilgili aklına ne kadar hadis gelmişse hepsini yazmıştır. Taberî tefsirinde çok hadis naklediyor diye bazıları tenkit bile etmiş. Kırk ciltlik tefsirinin büyük bir bölümü hadislerle doludur. Ama hadislere baktığımız zaman, âyetleri daha iyi anlıyoruz. Çünkü hadisin verdiği nur başka, kendi tefekkürümüzle çıkartacağımız mânâ başka. Benim görüşüm, Kur’an-ı Kerimi hadislerle anlamaya yönelmek en güzeli
|
|
|
Yazarla Yapılmış Bir röportaj |