Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa Yazılar Şiirler Kitaplar Fotoğraflar Salavat Nükteleri Hayatı Multimedya e Kitap Linkler Ziyaretçi English

Su Kasidesi Ve Şerhleri

Prof. Dr. Mahmut Kaplan


صاچمه اى كوز اشكدن كوكلمده كى ادلاره صو
كيم بو دكلو دوتشان اودلاره قيلمز چاره صو
آبكوندر كنبد دوار رنكى بلمزم
يا محيت اولمش كوزمدن كنبد دواره صو
ذوق تيغكدن عجب يوق اولسه كوكلم چاك چاك
كيم مرور اله براقور رخنه لر ديواره صو
وهم ايلن صويلر دل مجروح پيكانك سوزين
احتياط ايلن ايچر هر كيمده اولسه ياره صو
صويه ويرسون باغبان كلزارى زحمت چكمسون
بر كل آچلمز يوزك تك ويرسه بيك كلزاره صو
اوخشده بيلمز غبارينى محرر خطكه
خامهنك باقمقدن اينسه كوزلرينه قاره صو
عارضك ياديله نمناك اولسه مژكانم نوله
ضايع اولمز كل تمناسيله ويرمك خاره صو
غم كونى ايتمه دل بيماردن تيغك دريغ
خيردر ويرمك قراغو كيجه ده بيماره صو
ايسته پيكانك كوكل هجرنده شوقم ساكن ايت
صوسزم بر كز بو صحراده بنمچون آره صو
من لبك مشتاقيام زهاد كوثر طالبى
نيته كيم مسته مى اچمك خوش كلور هشياره صو
روضۀ كوينه هر دم دورميوب ايلر كذار
عاشق اولمش غالبا اول سرو خوش رفتاره صو
صو يولن اول كويدن طوپراق اولب دوتسم كرك
چون رقيبمدر دخى اول كويه قويمن واره صو
دست بوسي آرزوسيله كر اولورسم دوستلر
كوزه ايلك طپراغم صونك آنكله ياره صو
سرو سركشلك قيلور قمرى نيازندن مكر
دامنن دوته اياغينه دووشه يالواره صو
ايچمك استر بلبلك قانن مكر بر رنكيله
كل بوداغينك مزاجنه كيوه قورتاره صو
طينت پاكنى روشن قيلمش اهل عالمه
اقتدا قيلمش طريق احمد مختاره صو
سيد نوع بشر درياى در اصطفا
كيم سپوبدر معجزاتى آتش اشراره صو
قلمغيچون تازه كلزار نبوت رونقن
معجزندن ايلمش اظهار سنك خاره صو
معجزى بر بحر بى پايان ايمش عالمده كي م
يتمش اندن بيك بيك آتشخانۀ كفاره صو
حيرت ايلن پرمغن ديشلر كيم ايتسه استماع
پرمغندن ويرديكى شدت كونى انصاره صو
دوستى كر زهر مار ايچسه اولور آب حيات
خصمى صو ايچسه دونر البته زهر ماره صو
ايلمش هر قطرهدن بيك بحر رحمت موج خيز
ال صونوب اورغج وضو ايچون كل رخساره صو
خاكپاينه يتم در عمرلردر متصل
باشنى طاشدن طاشه اوروب كزر آواره صو
ذره ذره خاك دركاهينه استر صا له نور
دونمز اول دركاهدن كر اولسه پاره پاره صو
ذكر نعتن وردنى درمان بيلور اهل خطا
ايله كيم دفع خمار ايچون ايچر ميخاره صو
يا حبيب الله يا خيرالبشر مشتاقكم
ايله كيم لب تشنه لريانوب ديلر همواره صو
سنسن اول بحر كرامت كيم شب معراجد
شبنم فيضك يتورمش ثابت وسياره صو
چشمۀ خورشيددن هر دم زلال فيض اينر
حاجت اولسه مرقدك تجديد ايدن معماره صو
بيم دوزخ نا رغم صالمش دل سوزانم
وار اميدم ابر احسانك سپه اول ناره صو
يمن نعتندن كهر اولمش فضولى سو
ابر نيساندن دونن تك لۇلۇ شهواره صو
اومدوغم اولدر كه روز حشر محروم اولمين
چشمۀ وصلك ويره بن تشنۀ ديداره صو
İslam tarihinde kimi şairlerin, bazı şiirleri yazıldıkları zamandan başlayıp gittikçe artan bir şöhretle yaygınlaşmış, birer çığır açarak bulundukları coğrafyaları ve asırları aşarak günümüze kadar gelmişlerdir. Bu şairlerden en çarpıcı örnek olarak Ka’b bin Züheyr, Muhammed b. Sa’id el-Busûrî ve Fuzûlî’yi gösterebiliriz. Sırasıyla Arabistan, Mısır ve Irak coğrafyasında yetişen bu üç büyük şair na’tleriyle İslâm dünyasında haklı üne kavuşmuşlardır. Bu üç şairin naatlerinde yetiştikleri coğrafyanın önemli ölçüde etki ettiği görülmektedir.1
Fuzûlî’nin Su Kasîdesi olarak redifiyle ünlenen na’tına Türk edebiyatında birçok şerhler yazılmıştır. Bu şerhlerin bir kısmı müstakil kitap halinde, bir kısmı daha kısa olarak kitap bölümü halinde kaleme alınmıştır. Bazı yazarlar da bu kasidenin sadece seçme beyitlerini şerh etmişlerdir: (1, 5, 7, 11, 13, 16, 17, 21, 25-30 ve 32. beyitler) Su Kasîdesi Arapça’ya da tercüme edilmiştir.2 Kasidenin Türkçe şerhlerini şöyle sıralamak mümkündür:
A. Kitap Bölümü Veya Makale Olarak Yapılan Şerhler Ve Su Kasîdesi Hakkında Yazılanlar:
1.Mehmed Mihri, Fuzuli’nin Şerh ve Tefsirli Divanı, İstanbul 1937.
2.Necmeddin Halil Onan, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, 22 beyit şerh edilmiştir.3
3.Haluk İpekten, Fuzûlî, Hayatı, Edebî Kişiliği Eserleri ve Bazı Şiirlerinin Açıklamaları, Ankara 1973.
4. Necla Pekolcay, İslāmî Türk Edebiyatı-I (ilk 17 beytinin nesre çevrilişi ve şerhi), İst.1981.
4. Müslim Ergül, Fuzūlî, Hayatı San’atı ve Eserleri, Eserin önce metni verilmiş, sonra şerh edilmiştir.), Gökşin Yayınları 1984.
5. Abdülkerim Abdülkadiroğlu, Fuzûlî’nin Su Kasîdesi’nden Bir Beytin Şerhi.Türk Edebiyatı, 1985, S.137,ss.21-22.
1 H. İbrahim Şener, Kasîde-i Bürde, Kasîde-i Bür’e ve Su Kasîdesi, İzmir 1995, s.66.
2 Şener, age. s.55.
3 Necmettin Halil Onan, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul 1989, ss.66-82.
6. Ahmet Mermer, “Su Kasîdesi, Fuzûlî”, Konevi, C 3, S. 26 (Nisan 1985)
7. Haluk İpekten, Mustafa İsen, Turgut Karabey, Metin Akkuş, Büyük Türk Klasikleri (Kasidenin metni ve sadeleştirilip nesre çevrilmiş hali verilmiş, bazı beyitler için notlar eklenmiştir), İstanbul 1986.
8. Hasibe Mazıoğlu, Fuzûlî ve Türkçe Divanından Seçmeler, Ankara 1988.
9. Amil Çelebioğlu tarafından kasidenin 22.ve 31. Beyitleri dışındaki beyitlerin şerhinin yapıldığını H. İbrahim ŞENER haber vermektedir.
11. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul 1990 (metnin nesre çevrilişi ve şerhi verilmiştir.) (s.582-597)4
12. Cem Dilçin, “Su Kasîdesi’nin Bir Beytindeki “Yaygın Yanlış Üzerine”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/12/848/10731.pdf.
13.Tahir Üzgör, “Su Redifli Şiirler ve Fuzûlî’nin Su Kasîdesinin Kompozisyonu’na Dair”5
14.Tahir Üzgör, “Klasik Edebiyatımızın Metodolojisi ve Su Kasîdesi’nin İlk Beyti Hakkında Süpekülatif Bazı Görüşler”: Bu makalede bu ilk beytin 12 kişi tarafından yapılan çevirilerini tek tek verir. Metin Akar’ın çevirisinin öğrenme açısından daha faydalı olduğunu ifade eder.6
15. Atilla Şentürk, Osmanlı Divan Şiiri Antolojisi, İst. 1999.
16. Fatih Köksal, “Bazı Beyitlerden hareketle Su Kasîdesi’ne Yeni Bakışlar”, Eski Türk Edebiyatında Teori ve Tenkit, İstanbul 2012, ss.103-113.
17. Vedat Ali Tok, “Su Kasîdesi’nden Beş Beyit Üzerine Bir Şerh Denemesi”, http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/vedat_ali_tok_su_kasidesi.pdf,09.03.2015.
18. Özkan Öztekten, “Su Kasîdesi’nin Dili Üzerine”7
B.Kitap Hacminde Şerhler:
1. Adem Çalışkan, Fuzûlî’nin Su Kasîdesi ve Şerhi, Ankara 1992.
2. Metin Akar, Su Kasîdesi Şerhi, Ankara 1994.
4 Bu 8 çalışma için bkz., Şener, s.55-56.
5Tahir Üzgör, “Su Redifli Şiirler ve Fuzûlî’nin Su Kasidesinin Kompozisyonu’na Dair”, dergipark.ulakbim.gov.tr/fsmiadeti/article/download/.../1028000309, 09.03.2015.
6 Tahir Üzgör, “Klasik Edebiyatımızın Metodolojisi ve Su Kasidesi’nin İlk Beyti Hakkında Süpekülatif Bazı Görüşler”, http://tara.sdu.edu.tr/vufind/Record/dergipark-record-56293,09.03.2015.
7 Özkan Öztekten, “Su Kasidesi’nin Dili Üzerine”, Tunca Kortantamer İçin, Ege Ü. Edebiyat Fak. Yay., İzmir, 2007, ss. 491-526.
3. Halil İbrahim Şener, Kasîde-i Bürde, Kasîde-i Bür’e ve Su Kasîdesi, İzmir 1995.
4. İskender Pala, Su Kasîdesi, 2004.
Bu yazıda Su Kasîdesi’ne kitap hacminde yazılan şerhler üzerinde durulacak, yeri geldikçe diğer şerhlerden de söz edilecek, alıntılara yer verilecektir.
1. Adem Çalışkan, şerhine başlamadan önce Su Kasîdesi’ni biçim bakımından incelemiştir. Kasidenin metnini bir bütün olarak verdikten sonra tekrar her beyti yeniden yazarak şerh etmiştir.
Çalışkan, günümüz Türkçesi ile beyitleri nesre çevirdikten sonra kelimelerin anlamlarını vermiş, sonra “açıklama” başlığı altında kasideyi şerh etmiştir. Beyitlerde geçen edebî sanatları ayrıntıları ile tespit etmeye çalışmıştır. Beyitte yer alan edebî sanatlar şöylece sıralanabilir, sanatları verirken İpekten’in yöntemine bağlı kalarak bunlarla ilgili açıklamalar yapmıştır. Çalışkan çalışmasını eski harfli metinden sonra bibliyografya ile tamamlamıştır.
2. Metin Akar, şerhinde, Önsöz, Metin Şerhi Hakkında Birkaç Söz başlıklarından sonra Su Kasîdesi’nin tam metnine yer vermiş, ardından her beyti yeniden yazarak şerh etmiştir. Her beyit A, B, C, Ç ile işaretlenmiş dört basamakta inceleyerek şerh etmiştir.
Önsöz’de kasidenin tenkitli metnini yeniden hazırladığını belirten Akar, her beyitte kelime ve terkipleri hiç değiştirmeden nesir cümleleri haline getirmiş, ihtiyaç halinde bazı eklemeleri parantez içinde göstererek farklı bir yol izlemiştir. Böylece okuyucu metnin söz dizimini daha yakından takip edebilme imkânına kavuşmuştur. Şârihin amacı, bu yolla beytin daha iyi anlaşılabileceğini göstermektir. Bu işlemden sonra açıklanması gereken kelime ve terkiplerin anlamlarını ve izahlarını veren Akar, beyti bu kez günümüz Türkçesi ile nesre aktarmış, şerhin son basamağında Fuzûlî’nin duygu, düşünce ve hayallerini nasıl ifade ettiği hususu üzerinde durarak konuya göre kültür ve medeniyetimizle ilgili açıklamalara yer vermiştir. Şerh bölümünden sonra tür ve şekil özellikleri hakkında bilgi vermiştir. Metin Akar, Su Kasîdesi’ne yapılan ilk şerhin Veled İzbudak’a ait olduğunu ancak basılmayan bu şerhin elde bulunmadığını, kayıp olduğunu haber vermektedir. Akar, kitabında beyitlerde geçen edebî sanatları fazla ayrıntıya girmeden açıklamıştır.
3.Halil İbrahim Şener, Su Kasîdesi’ni, Kaside-i Bürde ve Kaside-i Bür’e ile karşılaştırarak diğer şerhlerden farklı bir yol izlemiş, şerhten çok mukayeseli bir çalışma ortaya
koymuştur. Bu sebeple beyitleri sırası ile almamış, diğer iki kaside ile benzerlik gösteren beyitler üzerinde durmuştur. Şener bu hususu şu sözlerle ifade etmektedir: “üzerinde duracağımız asıl konu Kasîde-i Bürde, Kasîde-i Bür’e ve Su Kasîdesi’nin, başta “na’t” olmak üzere, çeşitli yönlerden bakarak bazı yorumlar getirmek, muhtelif yönlerden birbirleriyle karşılaştırarak tahliller yapmak”8 tır. Şener, çalışmasının sonunda Su Kasîdesinin günümüz Türkçesi ile nesre çevrilmiş biçimini de eklemiştir.
4.İskender Pala, Sunuş ve Fuzûlî’nin hayatını yazdığı bölümden sonra “Suya Güzelleme” başlığı altında bir kısım eklemiş, ardından Su Kasîdesi’nin metnini vermiştir. Pala, şerhini sohbet havasında yaparak geniş kitleler tarafından kolayca okunmasını sağlama yoluna gitmiştir. Bu sebeple olsa gerek, kelimelerin, terkiplerin tek tek anlamlarını vermek yerine geniş bilgi birikimini gösteren açıklamalarda bulunmuş, yer yer psikolojik tahliller de yapmıştır. Pala, münasebet düşürerek kendi duygu ve temennilerini ifade etmekten de geri durmamıştır.
Bu kısa tanıtımdan sonra şarihlerin farklı yorumları konusuna geçebiliriz. 32 beyit olan kasidenin her beyti ile ilgili şarihlerin zaman zaman farklı görüşler ileri sürdüğü görülmektedir. Her şeyden önce kasidenin nesip bölümü ile ilgili farklı anlayışlar olduğunu belirtmeliyiz. Haluk İpekten ve Metin Akar nesip bölümü hakkında ortak düşünceye sahiptir. İpekten, 16. beytin girizgâh olduğunu, bu beyitle Hz. Muhammed övgüsünün başladığını söyler.9 Akar da aynı düşünceyi paylaşır.10 Çalışkan, beşinci beyitte belirtmeden, Hz. Peygamber övgüsünün başladığını, gül ve onun mübarek yüzü hakkındaki teşbihten söz eder.
Çalışkan’a göre bu beyitte söz konusu sevgili, Hz. Peygamber’dir. Oysa Akar ve İpekten 16. beyitten itibaren na’tin başladığını söylerler.
İskender Pala ise daha ilk beyitten itibaren nesip bölümünde dile getirilen aşkın Hz. Peygamber’e yönelik olduğunu ifade eden cümlelerle söze başlar. Şimdi, şarihlerin farklı açıklamalar yaptıkları kasideye bakalım:
1. Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
8 Şener, age.,s.VI.
9 Haluk İpekten, Fuzûlî, Hayatı, Edebî Kişiliği Eserleri ve Bazı Şiirlerinin Açıklamaları, Ankara 1973,s.91.
10 Metin Akar, Su Kasîdesi Şerhi, Ankara 1994, s.52.
Ey göz, gönlümdeki ateşe gözyaşından su saçma zira bu kadar tutuşan ateşlere su çare olmaz.
Çalışkan şerhinde, “Netice olarak, Fuzûlî bu beytinde bir aşk ve ıstırap içinde dindirilmesi imkânsız bulunduğunu söylüyor.”11 derken; Akar, “Kısacası şair, aşk acısı ile ağladığını, ama bu acının ağlamakla dinmeyeceğini söyler.”12 Demektedir. Pala ise “Su Kasîdesi daha ilk beyitten itibaren müstesna bir iklime bizi sürükleyip bir naatın âsude kanatlarında uçuruyor ve Efendiler Efendisi’ne ait sevginin yangınını alevlendiriyor yüreklerimizde.”13 şeklinde yorumlamaktadır.
Bu beyitle ilgili olarak M. Fatih Köksal farklı bir yaklaşım göstermiştir. Ona göre beytin bir istisna dışında nesre çevrilmesi konusunda hatalı davranılmıştır. Ancak Köksal’ın asıl üzerinde durduğu husus, gözün nasıl olur da sudan gözyaşı saçıyor, olduğu sorusunun cevabıdır. Şu açıklamayı yapar: “Bizce Fuzûlî’nin dediği şudur: “Ey göz, gönlümdeki ateşlere gözyaşından (müteşekkil) su(yu) saçma!” Yani burada, “eşkden” kelimesindeki ayrılma hali eki olan “-den” aslında “ayrılma” fonksiyonunda değil , “taştan yapılmış bina” anlamındaki “-tan” ekiyle aynı fonksiyondadır.” (Köksal, s.104.)
2. Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su
Beytin nesre aktarılması:
Çalışkan: “Şu dönen kubbenin (gökyüzünün) rengi su renginde midir? Yoksa gözümden akan yaşlar mı (bu) dönen kubbeyi kaplamıştır, bilemiyorum.”14
Akar: “Şu dönen (gök) kubbe(nin) rengi su rengi (mi) yoksa gözümden (akan) su(lar, gözyaşları) mı (şu) dönen (gök) kubbeyi kaplamıştır, bilemem (bilemiyorum)”15
11 Çalışkan, s. 61.
12 Akar, s.22.
13 Pala, s.13.
14 Çalışkan, s.63.
15 Akar, s.24.
Pala: “Gökyüzü gerçekten su renginde midir? Yoksa benim gözümden akan sular gökyüzünü kapladı da ben mi onu öyle görüyorum?”16
Pala, bu beytin şerhinde diğer iki şarihten farklı olarak çok geniş, açıklamalar yaptıktan sonra şöyle der: Fuzûlî, “İçindeki aşk hasretini anlatmak için somut olandan örnekler vererek hayallerimizin yelpazesini açıyor. Dünyayı kuşatan aşk duygusunu su ile izah ediyor ve gök kubbenin içini onunla dolduruyor.” 17
3. Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su
Gönlüm kılıcının şevkinden parça parça olsa şaşılmaz, zira zamanla su duvara yarıklar, izler bırakır.
Çalışkan, bu beyti anlayabilmek için o yüzyılın kerpiç mimarisinin göz önünde bulundurulması gerektiğine işaret ederler.
Akar, dönemin savaşlarını ve savaş aletlerine dikkatleri çekerken Pala, söz konusu kılıcın gamze kılıcı olduğunu söyler ve “azb” ve “azab” kelimelerinin aynı kökten geldiğini ifadeden sonra “azab”ın aynı zamanda bir lezzet olduğunu söyler. Konuyu, Arafat meydanında, mahşer yerinde Hz. Peygamber’in bir kez bakışının insana vereceği mutluluğun büyüklüğüne ve lezzetine bağlar; beyitten anlaşılması gerekenin, “Ey sevgili! Yaşamak için, senin o gamze kılıcına su kadar muhtacım” sözü olduğunu ifade eder.
4. Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
Yaralının gönlü okunun sözünü korku ile söyler, zira yaralı olan her kimse suyu ihtiyat ile içer.
Çalışkan, bu beyti şerh ederken “peykân”ın çelikten olduğunu, dolayısıyla çeliğe su verme olayının hatırlatıldığını ve bu suyun yaralıyı ferahlatacağı hususunu dile getirir; hastaya
16Pala, s.15.
17Pala, s.17.
azar azar su verme konusuna dikkat çeker. Kirpikler yaralayıcıdır ancak için de az da olsa su barındırdığından susuzluğu gidererek ferahlık verir.
Akar’ın yorumu tamamen yaralıya ihtiyatla su verildiğini ifade ettiği hususundadır. Pala’nın yorumu oldukça farklıdır. Ona göre “vehim” sözü, korku, tedirginlik, karamsarlık anlamlarında kullanılmıştır. Daha sonra okun serviden yapıldığı, onun için servi boyluya ihtiyaç olduğunu söyler, beyitten kast edilen mananın şu olması gerektiğini belirtir: “Şair sevgilisinin kirpiklerinin adını anarken bile, onun içinde su bulunmasından dolayı vehimle, korkarak anıyor. “Özlüyorum, ah o peykân bir gelse!” diyor ama o deyişte kendi yaralı gönlünün buna dayanmayacağı, dayanamayacağı vehmi var.”(s.23)
5. Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
Bahçıvan gül bahçesini suya versin (boşuna) zahmet çekmesin, (zira) bin gül bahçesine su verse yüzün gibi bir gül açılmaz.
Çalışkan, bu beyitte söz konusu yüzün Hz. Peygamber’in yüzü olduğunu söyler. Şairin o mübarek yüzü övdüğünü belirtir, çeşitli rivayetleri orijinal metinleriyle dikkatlere arz eder.
Akar ise, sevgilinin güzel yüzünün övüldüğünü ifade eder.
Pala’nın yorumu tamamen farklıdır. Ona göre gül mevsimi, asr-ı saadeti ifade eder. Gülden maksat Hz. Peygamber’dir. Şair, “hatem-i nübüvvet” olan Cenab-ı Peygamber gittikten sonra bahçıvan boşuna gül yetiştireceğim diye uğraşmasın; onun gibi biri asla bir daha gelmeyecektir demek ister. “Yüzün teg” demekle Hz. Peygamber’in yanağını hatırladığını söylemektedir. Diğer şarihlerde bu tür yorum bulunmamaktadır.
6. Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su
Kâtibin, hattatın (beyaz kâğıda) bakmaktan gözlerine kalem gibi kara su da inse incecik yazısını senin ayva tüylerine benzetemez.
Çalışkan, “Yazı yazan (hattatın) bakmaktan kalem gibi gözlerine kara su inse (kör olsa) yine de “gubar yazısı”nı senin (yüzündeki) tüylerine benzetemez.” açıklamasını yapmıştır.
Akar, beyti şöyle çevirmiştir: “Hattatın (beyaz kâğıda) bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse (=kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de gubarî (yazı)sını, (senin) yüzündeki tüylere benzetemez.”
Pala, Beyti doğrudan nesre çevirmek yerine geniş bir anlam vermeyi tercih etmiştir.
Çalışkan, “kalemler ne kadar yazsa, muharrirler ne derece kalem oynatırlarsa oynatsalar, yine de senin özelliklerini ve esrarını anlatmaya, yanağının güzelliğini değil o yanaktaki hattı (tüyü) bile anlatmaya muktedir olamazlar ey Allah’ın Habibi!” (s.79) cümleleriyle beyti yorumlamıştır.
Akar, “kalem” ve “yazı” hakkında ayrıntılı bilgi verdikten sonra beytin şöyle anlaşılması gerektiğini söyler: “Hattat, sevgilinin yüzündeki tüylere benzer incelikte yazı yazmak istiyor. Ama ne kadar gayret ederse etsin, hatta kör oluncaya kadar çalışsın, yine de insan yüzündeki tüylerin inceliğinde ve güzelliğinde bir hat meydana getiremeyecektir.”(s.32) demektedir.
Pala, yazı ve kalem hakkında gerekli açıklamalardan sonra şu açıklamaları yapar: “ Şair, bir ressam ne mümkün senin resmini yapabilsin, demek istiyor. Seni hilkatin en büyük Nakkaşı resmetmiş iken, başka birisi o resmi nasıl yapabilsin. İşte o yüzdendir ki, muharrir ne yaparsa yapsın, ister resim, ister yazı, senin gubarını ohşadabilmez, senin hatlarına benzetebilmez. Yahut ne kadar ince yazarsa yazsın senin ayva tüylerin kadar ince yazamaz yazısını.” (s.28) şekline açıklamaktadır.
Köksal, bu beytin Fuzûlî Divanı neşirlerinde hatalı çevrilmiş olabileceğini iddia ederek beyitteki “muharrir” kelimesinin “muharrer”, “hâme tek” in ise “hâmenin” biçiminde okunabileceğini (belki de şairin asıl imlası da neşredilen divanlardaki gibidir kaydını düşerek) söyler. Bu durumda beyit şöyle olur:
Ohşadabilmez gubarını muharrer hattına Hamenün bahmakdan inse gözlerine kara su
“Kalemin (senin o hattına) bakmaktan gözlerine kara su inse (hattının) tozunu (dahi) senin yazılmış hattına (tıpkı yazı gibi dizilmiş ayva tüylerine) benetemez.”. Köksal bunu bir teklif olarak ileri sürer. (Köksal, s,105)
7. Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n'ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su
Yanağını anmakla kirpiklerim nemlense, yaşarsa şaşılmaz, çünkü gül (elde etmeyi) umarak dikene su vermek zayi olmaz, boşa gitmez.
Çalışkan bu beytin şerhinde, “gül dikensiz olmaz. Bu yüzden, gülfidanına su ve emek verilirken dikenine de su ve emek verilmiş olur. Gaye, diken yetiştirmek değil, gül elde etmektir.” demektedir (s.81)
Akar’ın yorumu şöyledir. “Şair, sevgilisinin yanağını, belki yanağının rengini anarak ağlıyor, kirpikleri ıslanıyor. Ağlamasının aslında boşa giden bir iş olmadığına, bu yolla güzelin yanağına yahut sevgiliye kavuşacağına inanıyor. Basit bir dil ile “ Senin yanağını anarak ağlıyorum, ama bu boşa giden bir şey değil, sana bu yolla kavuşmayı umuyorum” yahut başka bir deyişle “Gül elde etmek için dikene su vermek nasıl boşa gitmezse, sevgilinin gül yüzünü görme dileğiyle ağlamak da boşa gitmez” diyor.”
Pala’nın bu beyte yorumunun özeti diğerlerinden farklı olarak şu cümledir: “Şair…aslında sevgilinin yanağını güneşe benzetiyor. Yanağını hatırlayınca da güneşe bakmış gibi oluyor. Elbette güneşe bakan insanların gözleri yaşarır…”(s.30)
8. Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su
Gam (kıyamet) günü hasta gönülden kılıcını esirgeme, (çünkü) karanlık gecede hastaya su vermek hayırdır, sevaptır.
Çalışkan şu ayrıntılı şerhi yapmıştır: “Bu beyit kasidenin nesib-teşbib bölümünde yer almaktadır. Her ne kadar bu bölümde asıl konuya girilmese bile, şairce asıl konunun heyecanının yaşandığı düşünülebilir. Bu zaviyeden beyte bakılırsa; “Karanlık gece: ölüm
anı”,”Sevgili Hz. Muhammed (s.a.v)”; su: müslümanlık, islamiyet dolayısıyla İslamın şartlarından biri Kelime-i şehadet”; “Gam günü: kıyamet günü, haşir günü”; “tiğ”: Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin şefaatı”; “bimar: şairin şahsında ümmet-i Muhammed’den bir kul” terimleriyle karşılaşılır. Beyitte, “ölüm anında hasta kula kelime-i şehadet getirtmek sevaptır. Ey sevgili Hz. Muhammed, mahşer günü o (günün dehşetinden) gönlü yorgun olan benden şefaatını esirgeme” anlamını vermek beyti hiç de zorlamak olmaz” (s.83).
Akar bu beyti şöyle açıklamıştır: “Şair gamlı, üzüntülü gününde sevgilisinin kendisine keskin, tesirli bakışlarıyla nazar etmesini, ilgilenmesini, iltifat etmesini, kendisine bakmasını ister. Böylece onu ferahlandırmasını, sevinç duymasını sağlayacaktır. Bunun karanlık gecede hastaya su vermek kadar hayırlı bir iş olduğunu söyler.” (s.35)
Pala bu beyti oldukça geniş bir biçimde yorumlamakta, özellikle gam günü tamlaması üzerinde derinleşmektedir: “Gam günü, bir bir bakışa göre kara gecedir. Kara gecede Efendiler Efendisi’nin bakışını görmek, onu rüyada görmek demektir. Yani şair aynı zamanda rüyasında Peygamber Efendimz’i görmeyi de özlüyor, bunu dillendiriyor.” (s.33)
9. İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su
Ey gönül, okunun ucundaki (sivri) demiri iste, ara şevkimi sakinleştir. Susuzum bir kez bu çölde benim için su ara. Çalışkan: “Şairin “git bu çölde benim için bir kez su ara” demesi, peykânın okun ucundaki demirin kuruluk bakımından çöle benzemesinden, demirde ve çölde gizli olarak su bulunmasından dolayıdır. Fuzûlî’nin beyitte sözünü ettiği sahra, “aşk çölü”dür. Sevgilinin kirpiğini istemek, çölde su aramak kadar güçtür. Netice olarak diyoruz ki, bu beyitte, sevgiliye ve suya karşı duyulan hasret dile getirilmiştir” (s.85).
Akar: “Şair, gönlünü kendinden ayrı bir varlık gibi düşünüp ona seslenir. Sevgiliden ayrı olduğu zaman onun kirpiklerini istemesini ve bu yolla hararetini teskin etmesini tavsiye (veya emir) eder. Temrenin çeliğindeki su onun susuzluğunu giderecektir. Gönlün, bu aşk çölünde susuz kalan şaire bir defacık olsun su aramasını istemektedir. Kısacası şair aşk çölünde sevgilisinden ayrıdır, onu özlemektedir; yine onun nazarına muhtaç durumdadır.”(s.37)
Pala, bu beyitte şair: “bizi konuya ısındırmaya çalışıyor. Çünkü daha kasidenin nesip kısmındayız, methiye yani övgü kısmına geçmedik. Daha Peygamberimizin adını hiç anmadı.” Demektedir.(s.36)
10. Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su
Ben dudaklarının müştakıyım zahitlerse kevser isteklisi(dir). Nitekim mest olana şarap, uyanık, ayık olana su içmek iyi gelir.
Çalışkan bu beytin şerhini yapmak için Abdülkerim Abdülkadiroğlu merhumun makalesinden iktibas etmiştir. Bu makalede özetle, suyun rahmet olduğu, dolayısıyla Hz. Muahmmed’i sembolize ettiği hususu üzerinde durulmaktadır. Abdülkerim Abdülakadiroğlu bu beyitte birçok ayet ve hadisten yararlanarak kendi şerhini ortaya koymuştur.
Akar: “şair, sevgilinin dudağına kavuşmayı özlediğini, zıt inanç ve davranış içinde olan zahit tipi ile mukayese etmek suretiyle anlatmaktadır: “Kevser, çokluk anlamında kesret, leb ise teklik, vahdettir. Şarab da ilahi aşktır… Zahidler kesretin yani dünyaya ait şeylerin peşindedirler. Ben ise dudak, şarap, yani ilahi aşkı istiyorum demiş” anlamı belki mevcuttur” diyerek Fuzûlî’yi küfre düşmekle itham edenlere karşı bir tür tevil yoluna gitmiştir.(s.41) Ancak bu beytin şaire küfür töhmeti getireceği kanaatinde olmadığımızı ifade etmek isteriz.
Pala: “Herkesin zikri fikrine göre, herkes kendisinde eksik olanı istiyor… Dudak tasavvufa göre vahdet şarabıdır, birliktir. Tam manasıyla Kelime-i Tevhid’in melceidir ve tutulanı mest eder, kendinden geçirir, alır başka bir kişi yapar. Kevser ise pek çok kişi tarafından içileceği için kesrettir. Şair ben vahdetin peşindeyim, zahitler kesret içerisindeler, demeye çalışıyor.”(s.37), “Zahit cennet için ibadet ederken, âşık, Allah cenneti verse de vermese de ona aynı bağlılıkla ibadete veya O’nu sevmeye devam edecektir. Onun için âşık olmak zahit olmaktan yeğ tutulur.”(s.38)
Pala, bu beyitten sonra na’tın başlayacağını, bu beyte kadar olanların hazırlık için olduğunu ifade eder.(s.38)
11. Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su
Su, galiba o hoş salınışlı serviye âşık olmuş; her an durmadan senin semtinin bahçesine akıp gider.
Çalışkan: “Serv-i hoş-reftârdan maksat uzun boylu, güzel yürüyüşlü sevgilisi (Hz. Muhammed’dir. Sevgilinin bahçesine doğru akan su âşıktır. Sevgili (Hz. Muhammed’in bulunduğu yer Ravza-i Mutahhara’dır. Şairin ravza-i kuy (Ravza-i Mutahhara)ya doğru aktığını söylediği su Fırat ve Dicle nehirleridir.”(s.95)
Akar’ın şerhi: “Kûy kelimesinin eski şiirimizde lugat manasından başka hususî bir anlamı vardır; sevgilinin bulunduğu yer, demektir. “Ravza” kelimesi de cennet anlamı taşır. Ȃşık için sevgilinin bulunduğu yer cennet gibi değerlidir… su insan gibi, şairin sevdiği güzele âşık olmuştur. Bu ifade ile teşhis sanatı yapılmıştuır. Ancak şair “galiba” diyerek bu teşhisi zayıflatır”(ss.42-43)
Pala, “Şaire göre bu baş koyma Ravza’da, Efendimiz’in mübarek bedeninin bulunduğu bahçede olacak, Medine’de. Onun için su (Dicle) hep Medine istikametine akıyor.”(s.39) dedikten sonra konuyla ilgili Hadis-i şerifi hatırlatarak Ravza’nın cennet olduğunu söyler.
12. Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su
O semtten, o bahçeden toprak alıp suyun yolunu tutsam (bağlasam) gerek, zira su rakibimdir o semte varmasına izin vermem.
Çalışkan: “Toprak, toprağın biçimi suyun yolunu düzenler. Bazen de yolunu keser. Toprak olmak kelimesi mecazî olarak ölmek manasına gelir. Mezar tümsektir ve set gibi suyun yolunu keser. Toprak olmak, ayrıca yalvarmak, alçalmak, hakir olmaktır. Türkçede “ayak türabı olmak” deyimi kullanılır.”(s. 97)
Akar, “şair, rakibin, sevgilinin yanına varmasını hayatı pahasına da olsa önleyeceğini bildirmektedir.” (s.44) sözleriyle şairin iddiasını dile getirmektedir.
Pala, “Bu beyitte şairin kıskançlık damarı tuttu. Çünkü aşk işi şerik kabul etmez, aşkta ortak yoktur… bu uğurda toprak olmayı bile göze almaktadır.” (s.40) sözleriyle düşüncesini ifade etmektedir.
13. Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su
Dostlar! Eğer elini öpmek arzusuyla ölürsem cesedimin toprağından testi yapın, onunla sevgiliye su sunun. Çalışkan: “Bu bir şefaat arzusudur. Su Kasîdesi’nde sevgili Hz. Muhammed (a.s.v)’dir. Hesap gününde Mahşerde toplanan insanların muakemesinde mutlak hâkim Allahu Teala’dır. Hak Teala’ya en yakın olan ve yüce katında şefaat izni verdiği sevgili kullarının başında, âlemlere rahmet olarak gönderdiği en son ve en büyük Peygamber Hz. Muhammed (a.s.v) gelir. Mahşerde büyük heyecan, korku ve dehşet içinde bulunan insanların bir an önce muhakeme edilmeleri için şefaatte bulunacak olan yegâne zat, sevgili Peygamberimizdir…Bu beyitte ölmek üzere olan birisinin dostlarına vasiyeti var.” (s.100-101.)
Akar: “Bu beyti, sevgiliye ölü toprağından yapılan testi ile su verme hayali ile zevkli bulmuyoruz. Burada belki Ömer Hayyam’ın rubailerinde de sıkça görülen İranî tesir söz konusudur.” (s.45).
Pala, şairin, “sevgilinin elini öpebilme isteğimi hayatta başarmam mümkün görünmüyor ama bu arzu da beni öldürecek; bu imkânsız aşk arzusu beni öldürecek. Eğer öyle olursa ve ben bu arzu ile ölürsem mezar toprağımdan bir kâse yapın ve onunla sevgilinin eline su ikram edin, ben de böylece toprağa karışıp sevgili suyu içerken onun elini öpmüş olayım.” diyerek arzusunu ifade ettiğini söylemektedir. (s.42)
14. Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su
Meğer servi, kumrunun yakarışından (gururlanıp) baş çeker; su eteğini tutup ayağına düşüp yalvarsın.
Çalışkan, Beyitte söz konusu olan suyun Hz. Muhammed’in yolu olduğunu, kumrunun salik, kul olduğunu söyler ve ekler: “Fuzûlî bir önceki beyitte şefaat dilemişti. Bu beytinde de Allahu Teala katında niyazının makbul olması için Peygamber(s.a.v) Efendimiz’in şefaatının şart olduğunu ileri sürüyor ve: “Su, yani Hz. Peygamber’in şefaatı olursa, salikin, kulun yalvarışı belki kabul edilir; Allah’ın nazarını, iltifatını kazanabilir”(s. 103)
Akar: Ȃşığının yalvarmaları serviyi etkilemez, başını göklere doğru kaldırır, dik başlılık eder. Rüzgâr tesiriyle iki yana sallanan başı, servinin “hayır, olmaz!” demesi gibi yorumlanır. O âsî, dik başlı, halden anlamaz serviyi yola getirmek için bir aracıya, şefaatçiye ihtiyaç vardır. Su, bu görevi yapacak, belki âsî serviyi dikbaşlılıktan kurtaracaktır.”(s.47)
Pala: “Şimdi bir de şöyle düşünelim ve kumruyu bir yakaran kul, suyu Hz. Peygamber, serviyi de Allah’ın rahmeti olarak görelim. Bakın manzara nasıl değişiverecek. Kumru hiç durmadan yalvarıyor serviye, yani Allah’a yalvarıyor. Ama arada bir vesile lazım. Bir elçi lazım, haber getiren lazım. Getirdiği haber gibi bir gün desin ki; ya Rab! Bu da benim ümmetimdendir, şefaatim üzerine olsun, onu bana yaz.”(s.44)
Köksal, bu beytin şerhinde Arap harflerinin şekil özellikleri ve ebcetle ilgili değerlerinden yola çıkarak bir şerh yapar. Fuzûlî’nin kelime-i tevhidden manevi iktibas yaptığını söyleyerek şairin bir başka oyununa dikkat çeker: “Serv iki yana “nefy” makamında salınırken su, onu bu inadından döndürmek için ayağına kapanarak eteklerine yapışmaktadır. Eteklerine asılmış biri varken kişi nasıl kımıldayamaz ise servi de suyun eteğine yapışmasıyla sallanmasına son vermekte “nefy”den “isbat”a “la”dan “illa”ya terfi etmekte; yani tek olana, bir olana, “elif”e, “tevhid”e erişmektedir. Cahiliye dönemi putperestlerinin “la ilahe”si su’yun, yani Hz. Peygamber’in gelişiyle “illallah”a dönüşmektedir. (Köksal, s.107)
15. İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile Gül budağınun mizâcına gire kurtara su
Gülfidanı, bir hileyle meğer bülbülün kanını içmek ister; su, (gülfidanının) mizacına girerek (onu) kurtarsın.
Çalışkan. “Beyitte sudan yardım umulmaktadır. Su, Hz. Muhammed’i sembolize ettiğine göre, bülbül de salik olduğuna göre, şefaat isteniyor demektir. Gül kesrettir, masivayı
sembolize eder dedik. Su’ya Hz. Muhammed ve onun yolu, bülbüle de salik, şefaat isteyen manasını verdik. Böyle olunca, suyun gül budağının damarına girmesi de şu manalara bürünür: Dünya, dünya nimetleri, nefis ve bütün arzuları… Hasılı Allah’tan başka her şey masivadır. Gülle sembolize edilen bu alanlara suyun yani Hz. Muhammed ve onun yolu olan İslam’ın girmesi, ortalığı düzene sokacak ve kesret yok olup vahdet doğacaktır. Bülbülle sembolize edilen salik, yani insanlar da selamete erecektirler.” (s.105-106).
Akar: “gül fidanı binbir hîle ile, binbir reng ile, gösteriş ile bülbülü kendine cezb edip kanını içmek dileğindedir. Gül azgınlaşmış, kan dökücü olmuştur. Eğer su onun içine girip sâkinleştirmezse, gülü bülbülün kanını dökmekten kimse men edemeyecektir. Bülbülün kurtuluşu suyun yardımına bağlıdır, yoksa ölecektir.” (s.49) Pala, “anasır-ı erbaa” ve bunların insan üzerindeki tesirini ayrıntılı olarak anlattıktan sonra beyti açıklama sadedinde şöyle der: “su, gül dalının mizacına girsin, dengeyi korusun.” derken aslında suyun güle renk vermesini, böylece renk dengesini kurunca da bülbülün kanına ihtiyaç görmeyeceğini, böylece mizacının dengeli olacağını, bülbülün kurtulacağını ifadeye çalışmaktadır. Burada elbette, “Su gülün mizacına girsin, yolunca gitsin, onu yatıştırsın” anlamı da mevcuttur.” (s.47)
Köksal: “Fuzûlî’nin burada sihr-i helal yaparak beyte birçok anlamı birlikte yüklemek istediği de açıktır. O, bir yandan şiirin yukarıdaki anlamlarını kastederken, yani gülün “bir reng” ile bülbülün kanını içmek istediğini söylerken öte yandan da “Su bir treng-hile ile bülbülün kanını içmek isteyen gülün mizacına girecek ve kanını içmek istediği bülbülü kurtaracaktır.
Su, Hz. Muhammed’i temsil ettiği için bir anlamda “nebevi ahlak” gülün damarlarına nüfuz ederek mizacını değiştirmekte, onu kötülük yapmaktan menetmektedir.” (Köksal, s.108)
16. Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr'a su
Su, Hz. Ahmed-i Muhtar’ın yoluna uymuş (olmakla) temiz karakterini dünya halkına apaçık göstermiştir.
Çalışkan: “Hz. Muhammed(s. a.v) ile su âlemlerin yaratılışı ve devamının nedenleridir. Hz. Muhammed’in yolu, İslam yani Müslümanlıktır. İslamiyet’te aranılan kalb saflığı ve
temizliğidir. Su da maddi ve manevi temizliğin sembolüdür. Su da bu bakımdan Hz. Muhammed’in gösterdiği yola yani İslam’a, müslümanlığa uymuştur.” (s.108)
Akar: “Su, duruluğu bakımından ilme ve hikmete de işarettir. İslâm dini müminlere ilmi emreder. Bu beyit kasidenin giriz beytidir. Asıl na’t bölümüne münasip bir giriş yapılmıştır.” (s.52).
Şener: “Fuzûlî’ye göre su, Hz. Peygamber’in davetini kabul ederek O’na iktida etmiş, O’na doğru akıp gitmektedir.” (s.70).
Pala: “Su, efendiler Efendisi’nin ne kadar temiz yaratılışlı olduğunu, onun yoluna girmekle herkese anlatmaya başlamış.” Öte yandan beytin nesnesi değiştirilerek mana şöyle de anlaşılabilir: “Su Ahmed-i Muhtâr’ın yoluna kendisini koymakla ne kadar temiz yaratılışlı olduğunu bütün dünyaya ispat etmiş.”(s.48)
17. Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su
İnsanoğlunun efendisi, seçilmiş, arınmış inciler denizi (olan Hz. Peygamber’in) mucizeleri şer ehlinin ateşlerine su serpmiştir.
Çalışkan, methiyenin bu başlangıç beytini şöyle şerh etmiştir: “Peygamber seçkin incilerin çıkarıldığı bir denize benzetilmiştir. Hz. Peygamber derya olunca, onun ağzından çıkan sözler yani hadis-i şerifler de seçkin birer inci olmaktadır… Beyitte Hz. Muhammed doğduğunda Mecusilerin ateşgedelerindeki ateşlerin sönmesine işarette bulunulmuştur.”(ss.110-111)
Hz. Peygamber na’tinin bu beyitte başladığını söyleyen Akar, şöyle şerh etmiştir: “Şiire göre Hz. Muhammed “seçme incinin bulunduğu deniz”dir. “Deryâ-yı dürr-i ıstıfâ terkibinde “dür” Hz. Muhammed’in ruhunu, ondaki ilahî unsuru, cevheri, “ben”i, insanda ölmeyen ve asıl değerli olan varlığı; derya da bedeni temsil ediyor olabilir. Bu hâle göre can cevheri beden deryâsı içinde bulunmaktadır. Bu deryâ, yahud beden temizlik, kusursuzluk ve cömertlik denizi olup içinde inci, cevher bulundurur. Şair, Resulullah’ın bedenini niçin deryâya benzetmiştir?
Çünkü böyle seçkin bir inci, ancak böyle deryâ gibi bir bedene sığar. … Çünkü Hz. Muhammed bedenen de mükemmeldir…” (s.55)
“Şair, “onun mûcizeleri şerlilerin kötülük ateşini söndürmüş, onların zararlarını önlemiştir.” Diyor. Mucizat kitaplarını taradığımızda, bu konu ile ilgili elliden fazla mucize rastlıyoruz… şair, özetle insanların efendisi ve seçkin inci denizi olan Hz. Peygamber’in gösterdiği mucizelerle kötü insanların kötülüklerini, zararlarını önlediği anlatılmaktadır.”(s.59)
Şener şu açıklamayı yapar: “Kaside-i Bür’e’deki mana, Su Kasîdesi’ndeki manadan şümullü olmakla beraber Fuzûlî, Hz. Peygamber için “Seyyid-i nev’-i beşer”den başka seçkin, iri ve kıymetli incinin çıktığı derya (kıymetli inciler değerinde söz söyleyen, konuştukları vahiyden başka bir şey olmayan), bir de O’nun mucizelerinin kötülerin ateşini söndüren, şirki kökünden silip yerine Tevhid’i getiren bir suya benzetmiş olmakla el-Busirî gibi Peygamber’i tek sıfatla değil, birkaç sıfatını sayarak övmektedir… Hz. Peygamber ilk yaratılan nur olması hasebiyle, renk açısından nur ile inci arasında bir bağlantı kurarak Hz. Peygamber’e verilen değerin Dürr-i yetim olmasından ziyade, madde-i asliyesinin nur olmasından kaynaklandığı da düşünülebilir.”(s.73).
Pala’ya göre “şair, Hz. Peygamber ile su arasında şer ateşini söndürmek bakımından bir paralellik kurmaktadır. Peygamber’in mucize olarak kötülüklerin hepsini yere batırması, doğduğu gece Mecusîlerin yüzyıllardır yanmakta olan ateşinin sönmesi ve dünyadaki kötülük kıvılcımlarını söndürüp hak dini getirmesi, ancak bir suyun rahmeti ile olabilecek şeylerdir.” (s.50) Pala, bu beyti de diğerlerine oranla oldukça geniş bir biçimde şerh etmiştir.
18. Kılmağ içün tâze gül-zâr-ı nübüvvet revnakın Mu'cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su
Kara taş, Nübüvvet bahçesini tazelendirmek (canlandırmak) parlaklığını göstermek için mucize (olarak) su göstermiş (çıkarmış).
Çalışkan, beyti yorumlarken Hz. Peygamberin mucizelerine işaret ettikten sonra sözü şöyle bağlamaktadır: “Peygamber (s.a.v), Efendimiz manevi susuzluktan taş kesilmiş kalp ve gönüllere, diken gibi başkalarına eziyet eden kimselere verdiği su (İslam) ile onları mükemmel bir hale getirmiştir.” (s.117)
Akar: “Peygamberlik bahçesinde, geçmiş peygamberleri temsil eden güller vardır. Bu güllerin devri geçmiştir, parlaklığı gitmiştir, solmaktadır. Hz. Muhammed mucizesi ile katı taştan su çıkarıp bu bahçeyi eski parlaklığına kavuşturur. Çünkü o kendinden önce gelen bütün peygamberleri tasdik eder.”(s.61)
Şener, beyitle ilgili olarak taştan su çıkarma mucizesine değindikten sonra şu yorumu yapmaktadır: “Katı taştan su çıkarmak demek, atalarının dinlerinde ısrar eden müşrik ve muannidlerin taştan daha katı kalblerine iman nurunun yerleştirilmesidir.”(s.79)
Pala: “Fuzûlî, 16. Yüzyılda insanlara sanki bir çağrı yapıyor. “Gelin Gül’ün bahçesini yeşertelim” demek istiyor. Bunun Osmanlı diyarında, Bağdat ve civarında, Orta Doğu ve Arap yarımadasında yapılan bir çağrı olduğu düşünülürse, o bölgelerde İslâm adına bazı gevşemelerin görüldüğü sonucu çıkarılabilir.” (s.55)
Köksal, İpekten’in nesre çevirisi dışındaki bütün aktarmaların hatalı olduğunu söyleyerek beytin şöyle çevrilmesi gerektiğini söyler. Beyte şu anlamı verir: “Sert taş, peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için (onun) mucizesinden (olmak üzere) su meydana çıkarmıştır.” (s.108), Cümlenin öznesinin “seng-i hare” olduğunu, peygamber kelimesinin beyitte yer almadığını belirtir (s.109).
19. Mu'cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su
Mucizeleri dünyada bir uçsuz bucaksız deniz imiş, ondan milyonlarca kâfirin ateşhanelerine su ulaşmış (söndürmüş).
Çalışkan: “Bu beyitte, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mucizelerinin uçsuz bucaksız bir denize benzetildiği görülüyor. Ayrıca beyitte, Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v)’ nın dünyaya teşrif buyurduğu zaman (Rebiülevvel ayının 12. gecesi) ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan ateşlerinin sönmesine işaret edilmiştir.” (s.118)
Akar: “Fuzûlî, Hz. Muhammed’in mucizelerini uçsus bucaksız bir denize benzetir. Bu mucize denizinin sularının, yani tesirinin, küfür ateşini söndürme, hakkı gösterip batılı giderme
tesirinin, Arap dünyasının dışına çıkıp o zaman ki ateşe tapanların yurdu olan İran’a ulaştığını, mecusiliği cemaatsiz ve mâbetsiz bir hale getirdiğini, o âhirete intikal ettikten sonra bile onun mūcizelerinin hükmünün devam ettiğini anlatır.”(s.62)
Pala: şair, “Onun mucizeleri sınırsız bir denizdir; saymaya kalkılsa sayılmaz; biz hangi birisini sayalım; dünyada ondan binlerce kâfir ateşhanesine su erişmiş, oralar sönmüş, işlevleri tamamlanıp yok olmuşlar” demeye çalışıyor.” dedikten sonra İran’ın fethiyle bu coğrafyanın Müslüman olmasına dikkat çeker.(s.56-57)
Şener de beytin şerhinde ateşperestlerin ateşlerinin sönmesine temas etmiş (s.81) Busirî’nin bu hususu daha geniş olarak dört beyitte anlattığını ifade etmiştir.
20. Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr'a su
Her kimse onun şiddetli (susuzluk) günü parmaklarından Ensra’a su verdiği işitse hayretinden parmağını ısırır.
Çalışkan, “Beyitte Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz’in; Tebük gazvesi sırasında Hudeybiye’de askeri ve çevresindekiler susuz kaldığından parmağından su akıtması mucizesine işarette bulunuluyor.”(s.120) demektedir.
Bu beyitte Hz. Peygamber’in su konusunda gösterdiği bir mucizeden söz edildiği ve bunun Hudeybiye seferinde meydana geldiğini söyleyen Akar, konuyu şöyle bağlar: “Hadise nerede ve ne zaman geçerse geçsin bir mucizedir. İnsanların hayretini mucip olmuştur. İşitenler de hayret ile, parmaklarını ısırmışlardır. Hayret ve parmak ısırma işi olmuş bitmiş değildir. Bu devamlı bir fiildir. Kim işitirse hayret edecektir. Mucizenin tesirinde devamlılık vardır. Fuzûlî de Hz. Muhammed’i bu mucize ile över.”(s.67)
Pala, “Peygamberimizin bu mucizesini her kim duyarsa, “Yapma ya, öyle mi! Allah Allah!..” der ve hayretinden parmağı ağzında kalır” demektedir. (s.59)
21. Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su
Eğer dostu yılan zehiri içse bengisu olur. Düşmanı su içse elbet yılan zehirine döner.
Çalışkan bu beytin şerhinde özet olarak Peygamber dostlarının ve Allah’ın veli kullarının kötülükleri iyiliğe döndürebilecekleri hususu üzerinde durmuştur. (ss.122-123)
Akar, bu beyti oldukça geniş bir biçimde şerh etmiştir. Hz. Peygamber’in dostlarının onun hürmetine zehirden etkilenmeyeceklerini söyledikten sonra Hz. Ömer’in zehir içip zarar görmemesi olayını anlatır. Ayrıca bu durumun zamanla bağlı sınırlı olmadığını her zaman mümkün olabileceğini söyler. Ardından “Ab-ı hayat” konusundaki menkıbeyi dile getirir.(ss.69-71)
Pala, Hz. Ömer’in yukarıda anılan kerametini hatırlattıktan sonra Tebuk Seferi’nden dönüşte Semud kavmi harabelerinden geçerken Hz. Peygamber’in oradan alınan suyu döktürdüğü, bu su ile yoğrulan hamurları attırdığı hadiseye işaret edip Hz. Ebubekir’in, hicret sırasında, mağarada yılanların Hz. Peygamber’e zarar vermesini önlemek için ayağıyla zehirli yılanın deliğini kapamasına işaret eder ve şu cümle ile sözünü tamamlar: “O’nun rahmet suyundan her kim içerse abıhayat oluverir.”(s.62) 22. Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su
Hz. Muhammed (s.a.v) abdest için su alıp yüzüne vurunca dökülen her damlasından bin rahmet denizi dalgalanmıştır.
Çalışkan: “Hz. Muhammed (s.a.v) abdest aldıkça yüzüne vurduğu suyun her damlası ile ümmeti için Allah’ın merhametini, rahmetini kazanmıştır. Allah’ın insanlara acıması anlamına gelen rahmet, Türkçede mecazî olarak “su, yağmur” manasına da gelir. Yağmur milyonlarca damladan oluşur. Bu da Allah’ın, Rahman olan Allah’ın bir rahmetidir.” (s.125)
Akar, bu beyti şerh ederken, ibadetin lütuf ve rahmet vesilesi olduğunu, Hz. Peygamber’in sadece kendine değil âlemlere rahmet olduğunu belirip Allah lütuf ve ihsanının kişinin Allah’a yakınlığı ile arttığını söyler. Abdest suyunun damlalarının rahmet denizini dalgalandırdığını, Hz. Peygamber’in abdest suyundan dökülen damlaların daha çok rahmet
denizini dalgalandıracağını ifade eder. Bu konuda bazı ayetleri tanık gösteren Akar, müminlerin iyi hareketlerinin karşılığını fazlasıyla göreceklerine dikkati çeker.(s.73)
Şener, Hz. Peygamber’in kendisi bizatihi rahmettir. Onun gül yüzünden dökülen su damlaları elbette binlerce rahmet denizini dalgalandıracaktır, diyerek beyti açıklamıştır. (s.84)
Pala, abdest suyunun günahları yıkadığına işaret edip beyti tasavvufî açıdan yorumlamakta ve teknik bazı bilgiler vermektedir.(ss.63-64)
23. Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su
Su, ayağının toprağına ulaşayım diye ömürler boyunca başını taştan taşa vurup avare gezer.
Çalışkan: “Şair, kendi içindeki Peygamber özlemiyle çevresindeki ırmakların coşkun akışı arasında bir benzerlik buluyor. Güneye doğru dağ taş demeden akıp giden ırmaklar (Fırat ve Dicle), Hz. Muhammed (s.a.v)’e, onun ayak bastığı mübarek topraklara kavuşma ümidi ve arzusuyla akıyorlar.”(s.127)
Akar, bu beyti açıklar ve şerhini şu cümlelerle noktalar: “Bu beyitte Hz. Muhammed övülmekte, İslam dininde kâinatın yaratılış sebebi sayılan Hz. Peygamber’e her varlık gibi suyun da âşık olduğu anlatılmaktadır. Fuzûlî’ye göre Hz. Peygamber’in ayağının tozu beyitte anlatıldığı gibi, sadece suyun ulaşmak istediği şey değil, “yüce arşın başına” bile “tac”dır.”(s.76)
Pala, bu beyte “taç beyit” denebileceğini ifade edip beyti ayrıntılı bir biçimde şerh eder.(s.65-67)
24. Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
Su, zerre zerre dergâhının toprağına nur salmak ister. Su eğer bin parça da olsa o dergâhtan dönmez.
Çalışkan: “Şair, Peygamber’in dergâhına parça parça olup kaybolsa da yine gitmek istemesiyle suya bir kişilik vermiştir. Bu husus sevginin kuvvetli ve güçlü olduğunu gösterir.”(s.129)
Akar, bu beyitte, suyun Hz. Peygamber’e âşık olduğu düşüncesini sürdürerek, bu yoldan paramparça olsa bile suyun vazgeçmeyeceğini dile getirir, şairin Divanı’ndan iki beyti tanık olarak gösterir:
Hâk-i dergâhına her subh sürer gün yüzini Gâlibâ andan ana hâsıl olupdur bu şeref
Baş koyar her subh-dem hurşîd hâk-i pâyına Bu sa’âdetden anun geldükçe artar pâyesi s.77.
Köksal, bu beyitle ilgili olarak merhum Cem Dilçin’in itirazını özetledikten sonra “Hem beytin anlamı, hem divan şiirinde medhiye türünün özelliklerine göre memduh’un övgüsünde izlenen anlatım yolları, hem de Hz. Muhammed’in İslam peygamberi olarak yüce kişiliği çevresinde ve tasavvufi bilgiler açısından edebi ve kültürel anlamda oluşmuş mazmunlar dikkate alındığında, söz konusu kelimenin “sala nur” olarak okunmaması gerektiği anlaşılmaktadır” deyip, “Ki doğrusu, bu hususta yapılan açıklama ve şerhlerin hiçbiri bizi de tatmin etmemiştir” sözüyle de Dilçin’in “sala nur” yerine “salınur” biçimine dikkat çeker. Bu açıklamanın bazı bakımlardan yetersiz olduğunu söyler. Kendisi de bazı tekliflerde bulunmakla birlikte yine şimdilik en uygun biçimin “sala nur” olduğunu kabul eder.(s.110-112) Köksal, yazını şu cümlelerle bitirir ki katılmamak mümkün değildir: “üç kitap ve bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyla on beş civarında makaleye konu olması dahi bu kasidenin önemini gösterir mahiyettedir. Böylesine önemli metinler üzerinde farklı görüş ve düşüncelerin, farklı yaklaşımların olması da gayet tabiidir.”(s.113)
Pala, bu beyti 13. beyte atıfta bulunarak şerh etmiştir. (s.71)
25. Zikr-i na'tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su
Sarhoşlar baş ağrılarının giderilmesi için nasıl su içerse hata ehli (günahkârlar) da na’tının zikrinin virdini, tekrarlanmasını ilaç bilir (sayar).
Çalışkan: “Virdin diğer okunuşu verddir. O da gül yaprağı demektir. Gül yaprağı denince kitap akla gelir. O zaman şöyle bir anlam ortaya çıkar: “Günahkârlar senin na’t kitabını devamlı ellerine alıp okumayı kendilerine derman bilirler.” Ayrıca Tasavvufta Hz. Peygamber de güldür. Yapraktan karine yoluyla kâğıt da akla gelebilir. Kâğıt olunca da reçete tedai edilir. O zaman anlam şöyle olur: “Günahkârlar, senin na’t kitabının her sayfasını kendileri için bir reçete sayarlar. Esma-yı nebeviler (Peygamberlerin isimleri) de bazı hastalıklara muska yazılır. Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in de hastalıkları tedavi yönü vardır”(ss.132-133)
Akar, beytin zahiri anlamı ile ilgili düşüncelerini ifade ettikten sonra beytin nasıl anlaşılması gerektiği hususunda şu fikirleri ileri sürer: “Kanaatimizce beyitte ince bir övünme vardır. Beyitte kastedilen “na’t” belirli bir şiir değil. Bu kelimeden kastedilen Hz. Peygamber’in sıfatları olabilir. Hatta bu na’t, Fuzûlî’nin Su redifli na’ti de olabilir. Bu son ihtimal kabul edilir ise günahkârlar, Fuzûlî’nin “Su Kasîdesi”ni okuyarak Hz. Muhammed’in şefaatine ulaşacaklarına inanırlar, anlamı ve hükmü meydana çıkar.”(s.81)
Pala, “şair sanki bir iç muhasebesi de yapıyor ve şairlik ile dünyeviliği örtüştüren sanat erbabını eleştiriyor.” diyerek içki ve kadın konusunda yazılan şiirlerin hata olduğunu ima ediyor. Şairin böyle şiirlerden dolayı kendisini hata ehli olarak gördüğünü ve söylediği bu naat vesilesiyle af edilmeyi umduğunu ifade etmiştir. (s.72)
26. Yâ Habîballâh yâ Hayre'l beşer müştâkunam Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su
Ey Allah’ın Habibi! Ey insanların hayırlısı! Dudağı susamışlar nasıl yanıp su isterlerse ben de öylece senin müştakınım (âşıkınım).
Çalışkan, “Allah’ın Habibi, Allah’ın izniyle şefaat edecektir. Bu beyitte de şefaat için yalvarma söz konusudur.” diyerek (s.134) beytin şerhinde Hz. Peygamber’in isim ve lakaplarını sıralamıştır.(s.135)
Akar, bu beyti şerh sadedinde Hz. Peygamber’in “Habibullah” ve “Hayrü’l-beşer” olduğuna dair rivayetleri dile getirerek şairin bu beytinin Cenab-ı Peygamber’in faziletine işaret ettiğini söyler. (s.83)
Şener, bu beyitte Fuzûlî’nin Hz. Peygamber’e duyduğu sevgiyi, aşkı dile getirdiğini söyleyerek Kaside-i Bür’e’nin 36.beyti ile karşılaştırmıştır. (s.85-86)
Pala, “Şair, kasidesinin bu bölümünde dua etmek üzere elini açmış görünmektedir. Öyle ki, Hz. Peygamber’e hem beşerin en hayırlısı, hem de Allah’ın sevgilisi sıfatları ile seslenerek böyle birisinin şefaat konusunda ilticada bulunan bir şairi boş çevirmeyeceğini imaya çalışıyor.” demektedir.(s.75)
27. Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc'da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su
Sen o keramet denizisin ki Mi’raç gecesinde feyzinin şebnemi (çiy tanesi) sabit ve seyyar (hareketli) yıldızlara su ulaştırmış.
Çalışkan: “Burada sudan maksat, Hz. Muhammed (s.a.v) ‘in miraç gecesi bütün kâinata varlığı ile vermiş olduğu feyizdir. Gökyüzünde parlayan yıldız ile çiy tanesinin parlamasını gözden uzak tutmamalıdır.” (s.139)
Akar, bu beyti anlayabilmek için miraç ve miraciyeler konusunun bilinmesi gerektiğini söyleyerek açıklamalar yapar. Sabit yıldızlar ve gezegenlerle gökyüzü hakkında eski astronomi bilgilerini aktarır: “Hz. Peygamber niçin “bahr-ı keramet” olarak tavsif ediliyor? Çünkü gökler ve gök ehli “âlemlere rahmet olarak yaratılan” , yaratılmışların en büyüğü, en şereflisi olan Hz. Muhammed (s.a.s)’e gelmemiş, o göklere gitmiş, o lütufta, keremde, ihsanda bulunmuştur. Gökler ve göklerde bulunanlar onunla müşerref olmuşlardır.” (s.86)
Şener, bu beyti şu şekilde açıklamıştır: “Sen, öyle bir kerem, ihsan denizi ve ahlâk-ı hamide sahibi bir peygambersin ki, mi’raç gecesinde dolup taşan, herkese yetecek derecede olan feyiz ve bereketinin çiy taneleri, yerdekilere yettiği gibi, gökyüzündeki varlıklara, sabit ve seyyar olan yıldızlara su ulaştırmıştır.”, “Onun feyzi ve bereketi, miraçtan önce yerdeki
varlıklara, mi’raç sırasında da gökyüzündekilere ulaşmış, onlar da “bahr-i keramet”ten nasiblerini almışlardır.”(s.88)
Pala, miraçla ilgili malumattan sonra günümüz uzay ilmi hakkında bilgiler verip çeşitli rivayetleri zikrederek beyti açıklamıştır.(s.76-78)
28. Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su
Eğer ihtiyaç olsa merkadini yenileyen mimara güneş çeşmesinden her an feyiz zülali (duru su) iner.
Çalışkan: “Bu iki menba (Kur’an ve Hadis M.K), kaynak beyitte “çeşme-i hurşid” ile ifade ediliyor. Bu menba, kıyamete kadar insanlara ışık tutacak, kararan ve susayan kalplere su serpecektir. Ayrıca beyitte İslam’a, İslam Peygamberine ve mübarek yerlere hizmet ve hürmet edenlerin rahmete erişeceğine de işaret edilmiştir.”(s.141)
Akar, bu beyti şerh ederken Nâbî’nin meşhur “bu” redifli gazelini nakleder, Hz. Peygamber’in türbesini tamir eden mimara güneş çeşmesinden saf ve tatlı suyun ineceğini söyler ve şöyle devam eder: “Burada sadece Fuzûlî’nin sevgi ve saygısı değil, aynı zamanda “Âlemlere rahmet olarak yaratılan” Hz. Peygamber’e “yaratılmalarına sebep olduğu varlıkların, bu arada güneşin de sevgisi ve saygısı dile getirilmiş olabilir.” (s.89)
Pala, bu beytin şerhinde Mihrimah Sultanla ilgili bir hikâye anlatarak konuyu detaylandırır.(s.80)
29. Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su
Cehennem korkusu yanmış gönlüme gam ateşi salmış, (ama senin) ihsan bulutunun o ateşe su serpeceğine umudum var(dır).
Çalışkan’ın yorumu şöyledir: “Bulut ile Hz. Peygamber arasında bir münasebet vardır. Çünkü, Hz. Peygamber’in güneşli zamanlarda başı üzerinde bir bulutun gölgelik ettiği
malumdur. Bu onun mucizelerinden biridir. Ateş yakar. Dolayısıyla öldürücüdür. Su hayat verici ve teskin edicidir. Ateşle cezalandırmak ancak Cenab-ı Allah’a mahsustur. Ateşi su söndürür. Cehennem ateşini ancak Hz. Peygamber’in ihsanı söndürür. Yani cehennemde cezalandırmaya karşı ancak onun şefaati korur.”(s.143)
Akar, bu beyitte her müminin hayatını “havf ve reca” arasında geçirmesi gerektiği gerçeğinden hareketle şefaat umudu dile getirilmiş, der ve devam eder: “Kısacası bu beyitte zımnen Hz. Muhammed (s.a.s) ‘in büyük ceza gününde müminlere şefaatçi olacağı, açık olarak da cehennem ateşinden korkan şairin Hz. Peygamber’in şefaatinden mahrum kalmayacağına dair ümidi dile getirilmiştir.”(s.90)
Pala, da “havf ve reca” konusunu hatırlattıktan sonra şairin bu beyitte duaya başlamak istediğini okuyucuya hissettirdiğini ifade etmektedir.(s.81)
Şener, “Fuzûlî de kendisini günahkâr bir kul kabul ederek, içine cehenneme girme korkusu düştüğünden, cehennem korkusundan yanıp tutuşan korkudan mütevellid içindeki ateşe, bir bağışlama bulutu olan “Ebr-i ihsan”dan su serperek söndürüleceğini ümit etmektedir.” (s.92) tespitinde bulunmaktadır
30. Yümn-i na'tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü'lü şeh-vâra su
Nisan yağmurundan su nasıl şahlara layık inciye dönüşürse Fuzuli’nin sözleri de (Hz. Peygamber’in) na’tinin uğurundan inci olmuş.
Çalışkan, “Fuzûlî, burada kendisini ve şiirinin övgüsünü yapıyor.” demektedir. (s.145).
Akar, incinin oluşumu ile ilgili rivyetleri naklettikten sonra sözü Fuzûlî’ye getirir ve onun kendi sözleri hakkındaki görüşlerini nakleder: “şairin (yani Fuzûlî’nin ) sözleri, (bir diğer anlama göre, şairin Fuzûlî, boş, lüzumsuz, faydasız, değersiz sözleri) Hz. Muhammed (s.a.s) ‘i övmenin uğuru ile mücevher gibi, inci gibi olmuştur. Üstelik sıradan bir inci gibi değil, nisan yağmurundan olan iri inciler gibi değerli olmuştur.” (s.93)
Şener, Fuzûlî’nin: “Kasidenin “fahriye” bölümü olan bu beyitte, tevazu göstererek, buraya kadar söylemiş olduğu sözlerin boş ve manasız olduğunu, ancak söylediklerinin “na’t” olması hasebiyle değer kazandığını, kıymetli olduğunu…” anlatmak istediğini ifade etmiştir (s.94).
Pala ise şairin bu beyitte fahriyeye biraz meyl ettiğini söylemektedir.(s.84)
31. Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su
32. Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su
Haşir günü olduğunda gaflet uykusundan uyanan, didar hasreti çeken göze hasret gözyaşları döktüğünde umduğum, haşir günü ben didara susamışa kavuşma çeşmenin su vereceği umudumdur.
Çalışkan, bu iki beytin kasidenin dua bölümü olduğunu belirttikten sonra, “İki beyitte de mahşer günü bahis konusudur. O gün insanlar, Allah’a hayatlarında yaptıkları iyi ve kötü işlerin hesabını verecekleri için büyük bir telaş ve heyecan içinde olacaklardır. O gün Hz. Muhammed (s.a.v) kendisini sevenlere ve ümmetine şefaat edecektir. Şair, önce Kıyamet gününde dirilişe işaret ediyor. Sonra Mahşer gününde Peygamber’e kavuşmayı, susuz kalmış bir insanın bir çeşmeden kana kana su içmesine benzetiyor. Öte dünyada yalnız bunu umduğunu söylüyor.” Görüşünü dile getirmiştir.(s.148)
Akar da Çalışkan gibi son iki beyti birlikte ele almış, neden ikisini birlikte aldığını açıkladıktan sonra (anjanbman) şairin kıyamet gününü tahayyül ettiğini söyler ve sözü şu cümlelerle bağlar: “ O gün âşık gözü, sevdiği kimseyi görmeye hasret olan gözü hala hasret gözyaşları döker halde olacaktır. (Hasret, Hz. Peygamber’e duyulan özlemdir). İşte o mahşer gününde, Resulullah’ın güzel yüzünü görmeye susamış olan şair isteğine kavuşacak ve Efendimiz’in kavuşma pınarı Fuzûlî’yi susuz bırakmayacaktır. Kıyamet gününde şair Hz. Muhammed’i görecektir. Şairin umudu budur.”(s.95)
Pala, bu beyitlerin dua beyitleri olduğunu, şairin mahşer gününün dehşetini hatırlatıp Hz. Peygamber’in dostluğunu kazanmanın önemini vurguladığını ve kendi dileğini ifade ederek sözünü tamamlamaktadır.(s.85)
Şener de iki beyti birlikte değerlendirir, kıyamet günü hasret gözyaşları dökerek şefaat ihtiyacını dile getirdiğini, 32. beyitte ise Hz. Peygamberin şefaatinden mahrum olmamayı umduğunu, bu yolla cennete girip rü’yete mazhar olarak cemalullaha karşı susuzluğunu gidereceğini söylediğini dile getirmiştir. (s. 96-97)
Akar, kitabını kasidenin tür ve şekil bilgilerini anlattığı bölümle tamamlamıştır.
Sonuç Olarak, Su Kasîdesi hakkında farklı kitaplar, makaleler kaleme alınmış, edebiyatımızın bu önemli naat şaheseri dil ve muhteva bakımından çeşitli açılardan incelenmiş; şerhleri yapılmıştır. Bu şerhlerden ortaya çıkan önemli bir husus da eserin metni ile ilgili oluşan bir takım sorulardır. Bazı beyitlerin okunuşu konusunda türlü tereddütler ifade edilmiş, sağlıklı bir metne duyulan ihtiyaç dile getirilmiştir.
Su Kasîdesi’nin kimi beyitlerinin okunuşu hususunda bilim adamlarının yaptıkları itirazlar, farklı okumalar Fuzûlî Divanı’nın sağlam bir metninin oluşturulmasına duyulan ihtiyacı bir kez daha göstermiştir. Faklı okumalar, tabii olarak birbirine az çok aykırı yorumlara yol açmıştır.
Su Kasîdesi’ne yazılan şerhler, Fuzûlî’nin şair olarak başarısının, bir mümin olarak da Hz. Peygamber sevgisini işlemedeki samimiyetinin teslim edilmesi anlamına gelir. Günümüzde de çok sevilen bu na’tin bundan sonra da şerh ve tahlil çalışmalarına konu olacağı anlaşılmaktadır. Bu na’ti şerh ederken Fuzûlî’nin bütün şiirlerinin, hatta mensur eserlerinin de göz önüne alınması gerektiğini hatırlatmakta fayda mülahaza etmekteyiz.
KAYNAKÇA
Abdülkerim ABDÜLKADİROĞLU, “Fuzûlî’nin Su Kasîdesi’nden Bir Beytin Şerhi”, Türk Edebiyatı 1985, S 137.
Ahmet MERMER, “Su Kasîdesi, Fuzûlî”, Konevi, C 3, S. 26 (Nisan 1985)
Atilla ŞENTÜRK, Osmanlı Divan Şiiri Antolojisi, İst. 1999.
Cem DİLÇİN, “Su Kasîdesi’nin Bir Beytindeki “Yaygın Yanlış” Üzerine”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/12/848/10731.pdf.
Fatih KÖKSAL, “Bazı Beyitlerden hareketle Su Kasîdesi’ne Yeni Bakışlar”, Eski Türk Edebiyatında Teori ve Tenkit, İstanbul 2012.
Haluk İPEKTEN, Fuzûlî, Hayatı, Edebî Kişiliği Eserleri ve Bazı Şiirlerinin Açıklamaları, Ankara 1973.
Haluk İPEKTEN, Mustafa İSEN, Turgut KARABEY, Metin AKKUŞ, Büyük Türk Klasikleri, İstanbul 1986.
Hasibe MAZIOĞLU, Fuzûlî ve Türkçe Divanından Seçmeler, Ankara 1988.
Mehmed MİHRİ, Fuzuli’nin Şerh ve Tefsirli Divanı, İstanbul 1937.
Müslim ERGÜL, Fuzûlî, Hayatı San’atı ve Eserleri, Gökşin Yayınları 1984.
Necmettin Halil ONAN, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul 1989Necla PEKOLCAY, İslâmî Türk Edebiyatı-I, İst.1981.
Özkan ÖZTEKİN, “Su Kasîdesi’nin Dili Üzerine”,
Selçuk ERAYDIN, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul 1990
Tahir ÜZGÖR, “Su Redifli Şiirler ve Fuzûlî’nin Su Kasîdesinin Kompozisyonu’na Dair”, dergipark.ulakbim.gov.tr/fsmiadeti/article/download/.../1028000309, 09.03.2015.
Tahir ÜZGÖR, “Klasik Edebiyatımızın Metodolojisi ve Su Kasîdesi’nin İlk Beyti Hakkında Süpekülatif Bazı Görüşler”, http://tara.sdu.edu.tr/vufind/Record/dergipark-record-56293,09.03.2015.
Vedat Ali TOK, “Su Kasîdesi’nden Beş Beyit Üzerine Bir Şerh Denemesi” http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/vedat_ali_tok_su_kasidesi.pdf,09.03.2015.

Günün Hadisi>


Günün Kitabı

Günün Kitabı

Mevlid Kandili ve Peygamber Sevgisi