صاچمه اى كوز اشكدن كوكلمده كى ادلاره صو
كيم بو دكلو دوتشان اودلاره قيلمز چاره صو
آبكوندر كنبد دوار رنكى بلمزم
يا محيت اولمش كوزمدن كنبد دواره صو
ذوق تيغكدن عجب يوق اولسه كوكلم چاك چاك
كيم مرور اله براقور رخنه لر ديواره صو
وهم ايلن صويلر دل مجروح پيكانك سوزين
احتياط ايلن ايچر هر كيمده اولسه ياره صو
صويه ويرسون باغبان كلزارى زحمت چكمسون
بر كل آچلمز يوزك تك ويرسه بيك كلزاره صو
اوخشده بيلمز غبارينى محرر خطكه
خامهنك باقمقدن اينسه كوزلرينه قاره صو
عارضك ياديله نمناك اولسه مژكانم نوله
ضايع اولمز كل تمناسيله ويرمك خاره صو
غم كونى ايتمه دل بيماردن تيغك دريغ
خيردر ويرمك قراغو كيجه ده بيماره صو
ايسته پيكانك كوكل هجرنده شوقم ساكن ايت
صوسزم بر كز بو صحراده بنمچون آره صو
من لبك مشتاقيام زهاد كوثر طالبى
نيته كيم مسته مى اچمك خوش كلور هشياره صو
روضۀ كوينه هر دم دورميوب ايلر كذار
عاشق اولمش غالبا اول سرو خوش رفتاره صو
صو يولن اول كويدن طوپراق اولب دوتسم كرك
چون رقيبمدر دخى اول كويه قويمن واره صو
دست بوسي آرزوسيله كر اولورسم دوستلر
كوزه ايلك طپراغم صونك آنكله ياره صو
سرو سركشلك قيلور قمرى نيازندن مكر
دامنن دوته اياغينه دووشه يالواره صو
ايچمك استر بلبلك قانن مكر بر رنكيله
كل بوداغينك مزاجنه كيوه قورتاره صو
طينت پاكنى روشن قيلمش اهل عالمه
اقتدا قيلمش طريق احمد مختاره صو
سيد نوع بشر درياى در اصطفا
كيم سپوبدر معجزاتى آتش اشراره صو
قلمغيچون تازه كلزار نبوت رونقن
معجزندن ايلمش اظهار سنك خاره صو
معجزى بر بحر بى پايان ايمش عالمده كي م
يتمش اندن بيك بيك آتشخانۀ كفاره صو
حيرت ايلن پرمغن ديشلر كيم ايتسه استماع
پرمغندن ويرديكى شدت كونى انصاره صو
دوستى كر زهر مار ايچسه اولور آب حيات
خصمى صو ايچسه دونر البته زهر ماره صو
ايلمش هر قطرهدن بيك بحر رحمت موج خيز
ال صونوب اورغج وضو ايچون كل رخساره صو
خاكپاينه يتم در عمرلردر متصل
باشنى طاشدن طاشه اوروب كزر آواره صو
ذره ذره خاك دركاهينه استر صا له نور
دونمز اول دركاهدن كر اولسه پاره پاره صو
ذكر نعتن وردنى درمان بيلور اهل خطا
ايله كيم دفع خمار ايچون ايچر ميخاره صو
يا حبيب الله يا خيرالبشر مشتاقكم
ايله كيم لب تشنه لريانوب ديلر همواره صو
سنسن اول بحر كرامت كيم شب معراجد
شبنم فيضك يتورمش ثابت وسياره صو
چشمۀ خورشيددن هر دم زلال فيض اينر
حاجت اولسه مرقدك تجديد ايدن معماره صو
بيم دوزخ نا رغم صالمش دل سوزانم
وار اميدم ابر احسانك سپه اول ناره صو
يمن نعتندن كهر اولمش فضولى سو
ابر نيساندن دونن تك لۇلۇ شهواره صو
اومدوغم اولدر كه روز حشر محروم اولمين
چشمۀ وصلك ويره بن تشنۀ ديداره صو
İslam tarihinde kimi şairlerin, bazı şiirleri yazıldıkları zamandan
başlayıp gittikçe artan bir şöhretle yaygınlaşmış, birer çığır açarak
bulundukları coğrafyaları ve asırları aşarak günümüze kadar gelmişlerdir. Bu
şairlerden en çarpıcı örnek olarak Ka’b bin Züheyr, Muhammed b. Sa’id el-Busûrî
ve Fuzûlî’yi gösterebiliriz. Sırasıyla Arabistan, Mısır ve Irak coğrafyasında
yetişen bu üç büyük şair na’tleriyle İslâm dünyasında haklı üne kavuşmuşlardır.
Bu üç şairin naatlerinde yetiştikleri coğrafyanın önemli ölçüde etki ettiği
görülmektedir.1
Fuzûlî’nin Su Kasîdesi olarak redifiyle ünlenen na’tına Türk edebiyatında birçok
şerhler yazılmıştır. Bu şerhlerin bir kısmı müstakil kitap halinde, bir kısmı
daha kısa olarak kitap bölümü halinde kaleme alınmıştır. Bazı yazarlar da bu
kasidenin sadece seçme beyitlerini şerh etmişlerdir: (1, 5, 7, 11, 13, 16, 17,
21, 25-30 ve 32. beyitler) Su Kasîdesi Arapça’ya da tercüme edilmiştir.2
Kasidenin Türkçe şerhlerini şöyle sıralamak mümkündür:
A. Kitap Bölümü Veya Makale Olarak Yapılan Şerhler Ve Su Kasîdesi Hakkında
Yazılanlar:
1.Mehmed Mihri, Fuzuli’nin Şerh ve Tefsirli Divanı, İstanbul 1937.
2.Necmeddin Halil Onan, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, 22 beyit şerh
edilmiştir.3
3.Haluk İpekten, Fuzûlî, Hayatı, Edebî Kişiliği Eserleri ve Bazı Şiirlerinin
Açıklamaları, Ankara 1973.
4. Necla Pekolcay, İslāmî Türk Edebiyatı-I (ilk 17 beytinin nesre çevrilişi ve
şerhi), İst.1981.
4. Müslim Ergül, Fuzūlî, Hayatı San’atı ve Eserleri, Eserin önce metni verilmiş,
sonra şerh edilmiştir.), Gökşin Yayınları 1984.
5. Abdülkerim Abdülkadiroğlu, Fuzûlî’nin Su Kasîdesi’nden Bir Beytin Şerhi.Türk
Edebiyatı, 1985, S.137,ss.21-22.
1 H. İbrahim Şener, Kasîde-i Bürde, Kasîde-i Bür’e ve Su Kasîdesi, İzmir 1995,
s.66.
2 Şener, age. s.55.
3 Necmettin Halil Onan, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul 1989, ss.66-82.
6. Ahmet Mermer, “Su Kasîdesi, Fuzûlî”, Konevi, C 3, S. 26 (Nisan 1985)
7. Haluk İpekten, Mustafa İsen, Turgut Karabey, Metin Akkuş, Büyük Türk
Klasikleri (Kasidenin metni ve sadeleştirilip nesre çevrilmiş hali verilmiş,
bazı beyitler için notlar eklenmiştir), İstanbul 1986.
8. Hasibe Mazıoğlu, Fuzûlî ve Türkçe Divanından Seçmeler, Ankara 1988.
9. Amil Çelebioğlu tarafından kasidenin 22.ve 31. Beyitleri dışındaki beyitlerin
şerhinin yapıldığını H. İbrahim ŞENER haber vermektedir.
11. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul 1990 (metnin nesre
çevrilişi ve şerhi verilmiştir.) (s.582-597)4
12. Cem Dilçin, “Su Kasîdesi’nin Bir Beytindeki “Yaygın Yanlış Üzerine”,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/12/848/10731.pdf.
13.Tahir Üzgör, “Su Redifli Şiirler ve Fuzûlî’nin Su Kasîdesinin Kompozisyonu’na
Dair”5
14.Tahir Üzgör, “Klasik Edebiyatımızın Metodolojisi ve Su Kasîdesi’nin İlk Beyti
Hakkında Süpekülatif Bazı Görüşler”: Bu makalede bu ilk beytin 12 kişi
tarafından yapılan çevirilerini tek tek verir. Metin Akar’ın çevirisinin öğrenme
açısından daha faydalı olduğunu ifade eder.6
15. Atilla Şentürk, Osmanlı Divan Şiiri Antolojisi, İst. 1999.
16. Fatih Köksal, “Bazı Beyitlerden hareketle Su Kasîdesi’ne Yeni Bakışlar”,
Eski Türk Edebiyatında Teori ve Tenkit, İstanbul 2012, ss.103-113.
17. Vedat Ali Tok, “Su Kasîdesi’nden Beş Beyit Üzerine Bir Şerh Denemesi”,
http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/vedat_ali_tok_su_kasidesi.pdf,09.03.2015.
18. Özkan Öztekten, “Su Kasîdesi’nin Dili Üzerine”7
B.Kitap Hacminde Şerhler:
1. Adem Çalışkan, Fuzûlî’nin Su Kasîdesi ve Şerhi, Ankara 1992.
2. Metin Akar, Su Kasîdesi Şerhi, Ankara 1994.
4 Bu 8 çalışma için bkz., Şener, s.55-56.
5Tahir Üzgör, “Su Redifli Şiirler ve Fuzûlî’nin Su Kasidesinin Kompozisyonu’na
Dair”, dergipark.ulakbim.gov.tr/fsmiadeti/article/download/.../1028000309,
09.03.2015.
6 Tahir Üzgör, “Klasik Edebiyatımızın Metodolojisi ve Su Kasidesi’nin İlk Beyti
Hakkında Süpekülatif Bazı Görüşler”, http://tara.sdu.edu.tr/vufind/Record/dergipark-record-56293,09.03.2015.
7 Özkan Öztekten, “Su Kasidesi’nin Dili Üzerine”, Tunca Kortantamer İçin, Ege Ü.
Edebiyat Fak. Yay., İzmir, 2007, ss. 491-526.
3. Halil İbrahim Şener, Kasîde-i Bürde, Kasîde-i Bür’e ve Su Kasîdesi, İzmir
1995.
4. İskender Pala, Su Kasîdesi, 2004.
Bu yazıda Su Kasîdesi’ne kitap hacminde yazılan şerhler üzerinde durulacak, yeri
geldikçe diğer şerhlerden de söz edilecek, alıntılara yer verilecektir.
1. Adem Çalışkan, şerhine başlamadan önce Su Kasîdesi’ni biçim bakımından
incelemiştir. Kasidenin metnini bir bütün olarak verdikten sonra tekrar her
beyti yeniden yazarak şerh etmiştir.
Çalışkan, günümüz Türkçesi ile beyitleri nesre çevirdikten sonra kelimelerin
anlamlarını vermiş, sonra “açıklama” başlığı altında kasideyi şerh etmiştir.
Beyitlerde geçen edebî sanatları ayrıntıları ile tespit etmeye çalışmıştır.
Beyitte yer alan edebî sanatlar şöylece sıralanabilir, sanatları verirken
İpekten’in yöntemine bağlı kalarak bunlarla ilgili açıklamalar yapmıştır.
Çalışkan çalışmasını eski harfli metinden sonra bibliyografya ile tamamlamıştır.
2. Metin Akar, şerhinde, Önsöz, Metin Şerhi Hakkında Birkaç Söz başlıklarından
sonra Su Kasîdesi’nin tam metnine yer vermiş, ardından her beyti yeniden yazarak
şerh etmiştir. Her beyit A, B, C, Ç ile işaretlenmiş dört basamakta inceleyerek
şerh etmiştir.
Önsöz’de kasidenin tenkitli metnini yeniden hazırladığını belirten Akar, her
beyitte kelime ve terkipleri hiç değiştirmeden nesir cümleleri haline getirmiş,
ihtiyaç halinde bazı eklemeleri parantez içinde göstererek farklı bir yol
izlemiştir. Böylece okuyucu metnin söz dizimini daha yakından takip edebilme
imkânına kavuşmuştur. Şârihin amacı, bu yolla beytin daha iyi anlaşılabileceğini
göstermektir. Bu işlemden sonra açıklanması gereken kelime ve terkiplerin
anlamlarını ve izahlarını veren Akar, beyti bu kez günümüz Türkçesi ile nesre
aktarmış, şerhin son basamağında Fuzûlî’nin duygu, düşünce ve hayallerini nasıl
ifade ettiği hususu üzerinde durarak konuya göre kültür ve medeniyetimizle
ilgili açıklamalara yer vermiştir. Şerh bölümünden sonra tür ve şekil
özellikleri hakkında bilgi vermiştir. Metin Akar, Su Kasîdesi’ne yapılan ilk
şerhin Veled İzbudak’a ait olduğunu ancak basılmayan bu şerhin elde
bulunmadığını, kayıp olduğunu haber vermektedir. Akar, kitabında beyitlerde
geçen edebî sanatları fazla ayrıntıya girmeden açıklamıştır.
3.Halil İbrahim Şener, Su Kasîdesi’ni, Kaside-i Bürde ve Kaside-i Bür’e ile
karşılaştırarak diğer şerhlerden farklı bir yol izlemiş, şerhten çok mukayeseli
bir çalışma ortaya
koymuştur. Bu sebeple beyitleri sırası ile almamış, diğer iki kaside ile
benzerlik gösteren beyitler üzerinde durmuştur. Şener bu hususu şu sözlerle
ifade etmektedir: “üzerinde duracağımız asıl konu Kasîde-i Bürde, Kasîde-i Bür’e
ve Su Kasîdesi’nin, başta “na’t” olmak üzere, çeşitli yönlerden bakarak bazı
yorumlar getirmek, muhtelif yönlerden birbirleriyle karşılaştırarak tahliller
yapmak”8 tır. Şener, çalışmasının sonunda Su Kasîdesinin günümüz Türkçesi ile
nesre çevrilmiş biçimini de eklemiştir.
4.İskender Pala, Sunuş ve Fuzûlî’nin hayatını yazdığı bölümden sonra “Suya
Güzelleme” başlığı altında bir kısım eklemiş, ardından Su Kasîdesi’nin metnini
vermiştir. Pala, şerhini sohbet havasında yaparak geniş kitleler tarafından
kolayca okunmasını sağlama yoluna gitmiştir. Bu sebeple olsa gerek, kelimelerin,
terkiplerin tek tek anlamlarını vermek yerine geniş bilgi birikimini gösteren
açıklamalarda bulunmuş, yer yer psikolojik tahliller de yapmıştır. Pala,
münasebet düşürerek kendi duygu ve temennilerini ifade etmekten de geri
durmamıştır.
Bu kısa tanıtımdan sonra şarihlerin farklı yorumları konusuna geçebiliriz. 32
beyit olan kasidenin her beyti ile ilgili şarihlerin zaman zaman farklı görüşler
ileri sürdüğü görülmektedir. Her şeyden önce kasidenin nesip bölümü ile ilgili
farklı anlayışlar olduğunu belirtmeliyiz. Haluk İpekten ve Metin Akar nesip
bölümü hakkında ortak düşünceye sahiptir. İpekten, 16. beytin girizgâh olduğunu,
bu beyitle Hz. Muhammed övgüsünün başladığını söyler.9 Akar da aynı düşünceyi
paylaşır.10 Çalışkan, beşinci beyitte belirtmeden, Hz. Peygamber övgüsünün
başladığını, gül ve onun mübarek yüzü hakkındaki teşbihten söz eder.
Çalışkan’a göre bu beyitte söz konusu sevgili, Hz. Peygamber’dir. Oysa Akar ve
İpekten 16. beyitten itibaren na’tin başladığını söylerler.
İskender Pala ise daha ilk beyitten itibaren nesip bölümünde dile getirilen
aşkın Hz. Peygamber’e yönelik olduğunu ifade eden cümlelerle söze başlar. Şimdi,
şarihlerin farklı açıklamalar yaptıkları kasideye bakalım:
1. Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz
çâre su
8 Şener, age.,s.VI.
9 Haluk İpekten, Fuzûlî, Hayatı, Edebî Kişiliği Eserleri ve Bazı Şiirlerinin
Açıklamaları, Ankara 1973,s.91.
10 Metin Akar, Su Kasîdesi Şerhi, Ankara 1994, s.52.
Ey göz, gönlümdeki ateşe gözyaşından su saçma zira bu kadar tutuşan ateşlere su
çare olmaz.
Çalışkan şerhinde, “Netice olarak, Fuzûlî bu beytinde bir aşk ve ıstırap içinde
dindirilmesi imkânsız bulunduğunu söylüyor.”11 derken; Akar, “Kısacası şair, aşk
acısı ile ağladığını, ama bu acının ağlamakla dinmeyeceğini söyler.”12
Demektedir. Pala ise “Su Kasîdesi daha ilk beyitten itibaren müstesna bir iklime
bizi sürükleyip bir naatın âsude kanatlarında uçuruyor ve Efendiler Efendisi’ne
ait sevginin yangınını alevlendiriyor yüreklerimizde.”13 şeklinde
yorumlamaktadır.
Bu beyitle ilgili olarak M. Fatih Köksal farklı bir yaklaşım göstermiştir. Ona
göre beytin bir istisna dışında nesre çevrilmesi konusunda hatalı
davranılmıştır. Ancak Köksal’ın asıl üzerinde durduğu husus, gözün nasıl olur da
sudan gözyaşı saçıyor, olduğu sorusunun cevabıdır. Şu açıklamayı yapar: “Bizce
Fuzûlî’nin dediği şudur: “Ey göz, gönlümdeki ateşlere gözyaşından (müteşekkil)
su(yu) saçma!” Yani burada, “eşkden” kelimesindeki ayrılma hali eki olan “-den”
aslında “ayrılma” fonksiyonunda değil , “taştan yapılmış bina” anlamındaki
“-tan” ekiyle aynı fonksiyondadır.” (Köksal, s.104.)
2. Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i
devvâra su
Beytin nesre aktarılması:
Çalışkan: “Şu dönen kubbenin (gökyüzünün) rengi su renginde midir? Yoksa
gözümden akan yaşlar mı (bu) dönen kubbeyi kaplamıştır, bilemiyorum.”14
Akar: “Şu dönen (gök) kubbe(nin) rengi su rengi (mi) yoksa gözümden (akan)
su(lar, gözyaşları) mı (şu) dönen (gök) kubbeyi kaplamıştır, bilemem
(bilemiyorum)”15
11 Çalışkan, s. 61.
12 Akar, s.22.
13 Pala, s.13.
14 Çalışkan, s.63.
15 Akar, s.24.
Pala: “Gökyüzü gerçekten su renginde midir? Yoksa benim gözümden akan sular
gökyüzünü kapladı da ben mi onu öyle görüyorum?”16
Pala, bu beytin şerhinde diğer iki şarihten farklı olarak çok geniş, açıklamalar
yaptıktan sonra şöyle der: Fuzûlî, “İçindeki aşk hasretini anlatmak için somut
olandan örnekler vererek hayallerimizin yelpazesini açıyor. Dünyayı kuşatan aşk
duygusunu su ile izah ediyor ve gök kubbenin içini onunla dolduruyor.” 17
3. Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler
dîvâra su
Gönlüm kılıcının şevkinden parça parça olsa şaşılmaz, zira zamanla su duvara
yarıklar, izler bırakır.
Çalışkan, bu beyti anlayabilmek için o yüzyılın kerpiç mimarisinin göz önünde
bulundurulması gerektiğine işaret ederler.
Akar, dönemin savaşlarını ve savaş aletlerine dikkatleri çekerken Pala, söz
konusu kılıcın gamze kılıcı olduğunu söyler ve “azb” ve “azab” kelimelerinin
aynı kökten geldiğini ifadeden sonra “azab”ın aynı zamanda bir lezzet olduğunu
söyler. Konuyu, Arafat meydanında, mahşer yerinde Hz. Peygamber’in bir kez
bakışının insana vereceği mutluluğun büyüklüğüne ve lezzetine bağlar; beyitten
anlaşılması gerekenin, “Ey sevgili! Yaşamak için, senin o gamze kılıcına su
kadar muhtacım” sözü olduğunu ifade eder.
4. Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa
yara su
Yaralının gönlü okunun sözünü korku ile söyler, zira yaralı olan her kimse suyu
ihtiyat ile içer.
Çalışkan, bu beyti şerh ederken “peykân”ın çelikten olduğunu, dolayısıyla çeliğe
su verme olayının hatırlatıldığını ve bu suyun yaralıyı ferahlatacağı hususunu
dile getirir; hastaya
16Pala, s.15.
17Pala, s.17.
azar azar su verme konusuna dikkat çeker. Kirpikler yaralayıcıdır ancak için de
az da olsa su barındırdığından susuzluğu gidererek ferahlık verir.
Akar’ın yorumu tamamen yaralıya ihtiyatla su verildiğini ifade ettiği
hususundadır. Pala’nın yorumu oldukça farklıdır. Ona göre “vehim” sözü, korku,
tedirginlik, karamsarlık anlamlarında kullanılmıştır. Daha sonra okun serviden
yapıldığı, onun için servi boyluya ihtiyaç olduğunu söyler, beyitten kast edilen
mananın şu olması gerektiğini belirtir: “Şair sevgilisinin kirpiklerinin adını
anarken bile, onun içinde su bulunmasından dolayı vehimle, korkarak anıyor.
“Özlüyorum, ah o peykân bir gelse!” diyor ama o deyişte kendi yaralı gönlünün
buna dayanmayacağı, dayanamayacağı vehmi var.”(s.23)
5. Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse
min gül-zâra su
Bahçıvan gül bahçesini suya versin (boşuna) zahmet çekmesin, (zira) bin gül
bahçesine su verse yüzün gibi bir gül açılmaz.
Çalışkan, bu beyitte söz konusu yüzün Hz. Peygamber’in yüzü olduğunu söyler.
Şairin o mübarek yüzü övdüğünü belirtir, çeşitli rivayetleri orijinal
metinleriyle dikkatlere arz eder.
Akar ise, sevgilinin güzel yüzünün övüldüğünü ifade eder.
Pala’nın yorumu tamamen farklıdır. Ona göre gül mevsimi, asr-ı saadeti ifade
eder. Gülden maksat Hz. Peygamber’dir. Şair, “hatem-i nübüvvet” olan Cenab-ı
Peygamber gittikten sonra bahçıvan boşuna gül yetiştireceğim diye uğraşmasın;
onun gibi biri asla bir daha gelmeyecektir demek ister. “Yüzün teg” demekle Hz.
Peygamber’in yanağını hatırladığını söylemektedir. Diğer şarihlerde bu tür yorum
bulunmamaktadır.
6. Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara
su
Kâtibin, hattatın (beyaz kâğıda) bakmaktan gözlerine kalem gibi kara su da inse
incecik yazısını senin ayva tüylerine benzetemez.
Çalışkan, “Yazı yazan (hattatın) bakmaktan kalem gibi gözlerine kara su inse
(kör olsa) yine de “gubar yazısı”nı senin (yüzündeki) tüylerine benzetemez.”
açıklamasını yapmıştır.
Akar, beyti şöyle çevirmiştir: “Hattatın (beyaz kâğıda) bakmaktan, kalem gibi,
gözlerine kara su inse (=kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de gubarî
(yazı)sını, (senin) yüzündeki tüylere benzetemez.”
Pala, Beyti doğrudan nesre çevirmek yerine geniş bir anlam vermeyi tercih
etmiştir.
Çalışkan, “kalemler ne kadar yazsa, muharrirler ne derece kalem oynatırlarsa
oynatsalar, yine de senin özelliklerini ve esrarını anlatmaya, yanağının
güzelliğini değil o yanaktaki hattı (tüyü) bile anlatmaya muktedir olamazlar ey
Allah’ın Habibi!” (s.79) cümleleriyle beyti yorumlamıştır.
Akar, “kalem” ve “yazı” hakkında ayrıntılı bilgi verdikten sonra beytin şöyle
anlaşılması gerektiğini söyler: “Hattat, sevgilinin yüzündeki tüylere benzer
incelikte yazı yazmak istiyor. Ama ne kadar gayret ederse etsin, hatta kör
oluncaya kadar çalışsın, yine de insan yüzündeki tüylerin inceliğinde ve
güzelliğinde bir hat meydana getiremeyecektir.”(s.32) demektedir.
Pala, yazı ve kalem hakkında gerekli açıklamalardan sonra şu açıklamaları yapar:
“ Şair, bir ressam ne mümkün senin resmini yapabilsin, demek istiyor. Seni
hilkatin en büyük Nakkaşı resmetmiş iken, başka birisi o resmi nasıl yapabilsin.
İşte o yüzdendir ki, muharrir ne yaparsa yapsın, ister resim, ister yazı, senin
gubarını ohşadabilmez, senin hatlarına benzetebilmez. Yahut ne kadar ince
yazarsa yazsın senin ayva tüylerin kadar ince yazamaz yazısını.” (s.28) şekline
açıklamaktadır.
Köksal, bu beytin Fuzûlî Divanı neşirlerinde hatalı çevrilmiş olabileceğini
iddia ederek beyitteki “muharrir” kelimesinin “muharrer”, “hâme tek” in ise
“hâmenin” biçiminde okunabileceğini (belki de şairin asıl imlası da neşredilen
divanlardaki gibidir kaydını düşerek) söyler. Bu durumda beyit şöyle olur:
Ohşadabilmez gubarını muharrer hattına Hamenün bahmakdan inse gözlerine kara su
“Kalemin (senin o hattına) bakmaktan gözlerine kara su inse (hattının) tozunu
(dahi) senin yazılmış hattına (tıpkı yazı gibi dizilmiş ayva tüylerine)
benetemez.”. Köksal bunu bir teklif olarak ileri sürer. (Köksal, s,105)
7. Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n'ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek
hâra su
Yanağını anmakla kirpiklerim nemlense, yaşarsa şaşılmaz, çünkü gül (elde etmeyi)
umarak dikene su vermek zayi olmaz, boşa gitmez.
Çalışkan bu beytin şerhinde, “gül dikensiz olmaz. Bu yüzden, gülfidanına su ve
emek verilirken dikenine de su ve emek verilmiş olur. Gaye, diken yetiştirmek
değil, gül elde etmektir.” demektedir (s.81)
Akar’ın yorumu şöyledir. “Şair, sevgilisinin yanağını, belki yanağının rengini
anarak ağlıyor, kirpikleri ıslanıyor. Ağlamasının aslında boşa giden bir iş
olmadığına, bu yolla güzelin yanağına yahut sevgiliye kavuşacağına inanıyor.
Basit bir dil ile “ Senin yanağını anarak ağlıyorum, ama bu boşa giden bir şey
değil, sana bu yolla kavuşmayı umuyorum” yahut başka bir deyişle “Gül elde etmek
için dikene su vermek nasıl boşa gitmezse, sevgilinin gül yüzünü görme dileğiyle
ağlamak da boşa gitmez” diyor.”
Pala’nın bu beyte yorumunun özeti diğerlerinden farklı olarak şu cümledir:
“Şair…aslında sevgilinin yanağını güneşe benzetiyor. Yanağını hatırlayınca da
güneşe bakmış gibi oluyor. Elbette güneşe bakan insanların gözleri
yaşarır…”(s.30)
8. Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra
su
Gam (kıyamet) günü hasta gönülden kılıcını esirgeme, (çünkü) karanlık gecede
hastaya su vermek hayırdır, sevaptır.
Çalışkan şu ayrıntılı şerhi yapmıştır: “Bu beyit kasidenin nesib-teşbib
bölümünde yer almaktadır. Her ne kadar bu bölümde asıl konuya girilmese bile,
şairce asıl konunun heyecanının yaşandığı düşünülebilir. Bu zaviyeden beyte
bakılırsa; “Karanlık gece: ölüm
anı”,”Sevgili Hz. Muhammed (s.a.v)”; su: müslümanlık, islamiyet dolayısıyla
İslamın şartlarından biri Kelime-i şehadet”; “Gam günü: kıyamet günü, haşir
günü”; “tiğ”: Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin şefaatı”; “bimar: şairin şahsında
ümmet-i Muhammed’den bir kul” terimleriyle karşılaşılır. Beyitte, “ölüm anında
hasta kula kelime-i şehadet getirtmek sevaptır. Ey sevgili Hz. Muhammed, mahşer
günü o (günün dehşetinden) gönlü yorgun olan benden şefaatını esirgeme” anlamını
vermek beyti hiç de zorlamak olmaz” (s.83).
Akar bu beyti şöyle açıklamıştır: “Şair gamlı, üzüntülü gününde sevgilisinin
kendisine keskin, tesirli bakışlarıyla nazar etmesini, ilgilenmesini, iltifat
etmesini, kendisine bakmasını ister. Böylece onu ferahlandırmasını, sevinç
duymasını sağlayacaktır. Bunun karanlık gecede hastaya su vermek kadar hayırlı
bir iş olduğunu söyler.” (s.35)
Pala bu beyti oldukça geniş bir biçimde yorumlamakta, özellikle gam günü
tamlaması üzerinde derinleşmektedir: “Gam günü, bir bir bakışa göre kara
gecedir. Kara gecede Efendiler Efendisi’nin bakışını görmek, onu rüyada görmek
demektir. Yani şair aynı zamanda rüyasında Peygamber Efendimz’i görmeyi de
özlüyor, bunu dillendiriyor.” (s.33)
9. İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it Susuzam bir kez bu sahrâda
menüm-çün ara su
Ey gönül, okunun ucundaki (sivri) demiri iste, ara şevkimi sakinleştir. Susuzum
bir kez bu çölde benim için su ara. Çalışkan: “Şairin “git bu çölde benim için
bir kez su ara” demesi, peykânın okun ucundaki demirin kuruluk bakımından çöle
benzemesinden, demirde ve çölde gizli olarak su bulunmasından dolayıdır.
Fuzûlî’nin beyitte sözünü ettiği sahra, “aşk çölü”dür. Sevgilinin kirpiğini
istemek, çölde su aramak kadar güçtür. Netice olarak diyoruz ki, bu beyitte,
sevgiliye ve suya karşı duyulan hasret dile getirilmiştir” (s.85).
Akar: “Şair, gönlünü kendinden ayrı bir varlık gibi düşünüp ona seslenir.
Sevgiliden ayrı olduğu zaman onun kirpiklerini istemesini ve bu yolla hararetini
teskin etmesini tavsiye (veya emir) eder. Temrenin çeliğindeki su onun
susuzluğunu giderecektir. Gönlün, bu aşk çölünde susuz kalan şaire bir defacık
olsun su aramasını istemektedir. Kısacası şair aşk çölünde sevgilisinden
ayrıdır, onu özlemektedir; yine onun nazarına muhtaç durumdadır.”(s.37)
Pala, bu beyitte şair: “bizi konuya ısındırmaya çalışıyor. Çünkü daha kasidenin
nesip kısmındayız, methiye yani övgü kısmına geçmedik. Daha Peygamberimizin
adını hiç anmadı.” Demektedir.(s.36)
10. Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür
hûş-yâra su
Ben dudaklarının müştakıyım zahitlerse kevser isteklisi(dir). Nitekim mest olana
şarap, uyanık, ayık olana su içmek iyi gelir.
Çalışkan bu beytin şerhini yapmak için Abdülkerim Abdülkadiroğlu merhumun
makalesinden iktibas etmiştir. Bu makalede özetle, suyun rahmet olduğu,
dolayısıyla Hz. Muahmmed’i sembolize ettiği hususu üzerinde durulmaktadır.
Abdülkerim Abdülakadiroğlu bu beyitte birçok ayet ve hadisten yararlanarak kendi
şerhini ortaya koymuştur.
Akar: “şair, sevgilinin dudağına kavuşmayı özlediğini, zıt inanç ve davranış
içinde olan zahit tipi ile mukayese etmek suretiyle anlatmaktadır: “Kevser,
çokluk anlamında kesret, leb ise teklik, vahdettir. Şarab da ilahi aşktır…
Zahidler kesretin yani dünyaya ait şeylerin peşindedirler. Ben ise dudak, şarap,
yani ilahi aşkı istiyorum demiş” anlamı belki mevcuttur” diyerek Fuzûlî’yi küfre
düşmekle itham edenlere karşı bir tür tevil yoluna gitmiştir.(s.41) Ancak bu
beytin şaire küfür töhmeti getireceği kanaatinde olmadığımızı ifade etmek
isteriz.
Pala: “Herkesin zikri fikrine göre, herkes kendisinde eksik olanı istiyor… Dudak
tasavvufa göre vahdet şarabıdır, birliktir. Tam manasıyla Kelime-i Tevhid’in
melceidir ve tutulanı mest eder, kendinden geçirir, alır başka bir kişi yapar.
Kevser ise pek çok kişi tarafından içileceği için kesrettir. Şair ben vahdetin
peşindeyim, zahitler kesret içerisindeler, demeye çalışıyor.”(s.37), “Zahit
cennet için ibadet ederken, âşık, Allah cenneti verse de vermese de ona aynı
bağlılıkla ibadete veya O’nu sevmeye devam edecektir. Onun için âşık olmak zahit
olmaktan yeğ tutulur.”(s.38)
Pala, bu beyitten sonra na’tın başlayacağını, bu beyte kadar olanların hazırlık
için olduğunu ifade eder.(s.38)
11. Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr Âşık olmış galibâ ol serv-i
hoş-reftâra su
Su, galiba o hoş salınışlı serviye âşık olmuş; her an durmadan senin semtinin
bahçesine akıp gider.
Çalışkan: “Serv-i hoş-reftârdan maksat uzun boylu, güzel yürüyüşlü sevgilisi
(Hz. Muhammed’dir. Sevgilinin bahçesine doğru akan su âşıktır. Sevgili (Hz.
Muhammed’in bulunduğu yer Ravza-i Mutahhara’dır. Şairin ravza-i kuy (Ravza-i
Mutahhara)ya doğru aktığını söylediği su Fırat ve Dicle nehirleridir.”(s.95)
Akar’ın şerhi: “Kûy kelimesinin eski şiirimizde lugat manasından başka hususî
bir anlamı vardır; sevgilinin bulunduğu yer, demektir. “Ravza” kelimesi de
cennet anlamı taşır. Ȃşık için sevgilinin bulunduğu yer cennet gibi değerlidir…
su insan gibi, şairin sevdiği güzele âşık olmuştur. Bu ifade ile teşhis sanatı
yapılmıştuır. Ancak şair “galiba” diyerek bu teşhisi zayıflatır”(ss.42-43)
Pala, “Şaire göre bu baş koyma Ravza’da, Efendimiz’in mübarek bedeninin
bulunduğu bahçede olacak, Medine’de. Onun için su (Dicle) hep Medine
istikametine akıyor.”(s.39) dedikten sonra konuyla ilgili Hadis-i şerifi
hatırlatarak Ravza’nın cennet olduğunu söyler.
12. Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek Çün rakîbümdür dahı ol kûya
koyman vara su
O semtten, o bahçeden toprak alıp suyun yolunu tutsam (bağlasam) gerek, zira su
rakibimdir o semte varmasına izin vermem.
Çalışkan: “Toprak, toprağın biçimi suyun yolunu düzenler. Bazen de yolunu keser.
Toprak olmak kelimesi mecazî olarak ölmek manasına gelir. Mezar tümsektir ve set
gibi suyun yolunu keser. Toprak olmak, ayrıca yalvarmak, alçalmak, hakir
olmaktır. Türkçede “ayak türabı olmak” deyimi kullanılır.”(s. 97)
Akar, “şair, rakibin, sevgilinin yanına varmasını hayatı pahasına da olsa
önleyeceğini bildirmektedir.” (s.44) sözleriyle şairin iddiasını dile
getirmektedir.
Pala, “Bu beyitte şairin kıskançlık damarı tuttu. Çünkü aşk işi şerik kabul
etmez, aşkta ortak yoktur… bu uğurda toprak olmayı bile göze almaktadır.” (s.40)
sözleriyle düşüncesini ifade etmektedir.
13. Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra
su
Dostlar! Eğer elini öpmek arzusuyla ölürsem cesedimin toprağından testi yapın,
onunla sevgiliye su sunun. Çalışkan: “Bu bir şefaat arzusudur. Su Kasîdesi’nde
sevgili Hz. Muhammed (a.s.v)’dir. Hesap gününde Mahşerde toplanan insanların
muakemesinde mutlak hâkim Allahu Teala’dır. Hak Teala’ya en yakın olan ve yüce
katında şefaat izni verdiği sevgili kullarının başında, âlemlere rahmet olarak
gönderdiği en son ve en büyük Peygamber Hz. Muhammed (a.s.v) gelir. Mahşerde
büyük heyecan, korku ve dehşet içinde bulunan insanların bir an önce muhakeme
edilmeleri için şefaatte bulunacak olan yegâne zat, sevgili Peygamberimizdir…Bu
beyitte ölmek üzere olan birisinin dostlarına vasiyeti var.” (s.100-101.)
Akar: “Bu beyti, sevgiliye ölü toprağından yapılan testi ile su verme hayali ile
zevkli bulmuyoruz. Burada belki Ömer Hayyam’ın rubailerinde de sıkça görülen
İranî tesir söz konusudur.” (s.45).
Pala, şairin, “sevgilinin elini öpebilme isteğimi hayatta başarmam mümkün
görünmüyor ama bu arzu da beni öldürecek; bu imkânsız aşk arzusu beni öldürecek.
Eğer öyle olursa ve ben bu arzu ile ölürsem mezar toprağımdan bir kâse yapın ve
onunla sevgilinin eline su ikram edin, ben de böylece toprağa karışıp sevgili
suyu içerken onun elini öpmüş olayım.” diyerek arzusunu ifade ettiğini
söylemektedir. (s.42)
14. Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger Dâmenin duta ayağına düşe
yalvara su
Meğer servi, kumrunun yakarışından (gururlanıp) baş çeker; su eteğini tutup
ayağına düşüp yalvarsın.
Çalışkan, Beyitte söz konusu olan suyun Hz. Muhammed’in yolu olduğunu, kumrunun
salik, kul olduğunu söyler ve ekler: “Fuzûlî bir önceki beyitte şefaat
dilemişti. Bu beytinde de Allahu Teala katında niyazının makbul olması için
Peygamber(s.a.v) Efendimiz’in şefaatının şart olduğunu ileri sürüyor ve: “Su,
yani Hz. Peygamber’in şefaatı olursa, salikin, kulun yalvarışı belki kabul
edilir; Allah’ın nazarını, iltifatını kazanabilir”(s. 103)
Akar: Ȃşığının yalvarmaları serviyi etkilemez, başını göklere doğru kaldırır,
dik başlılık eder. Rüzgâr tesiriyle iki yana sallanan başı, servinin “hayır,
olmaz!” demesi gibi yorumlanır. O âsî, dik başlı, halden anlamaz serviyi yola
getirmek için bir aracıya, şefaatçiye ihtiyaç vardır. Su, bu görevi yapacak,
belki âsî serviyi dikbaşlılıktan kurtaracaktır.”(s.47)
Pala: “Şimdi bir de şöyle düşünelim ve kumruyu bir yakaran kul, suyu Hz.
Peygamber, serviyi de Allah’ın rahmeti olarak görelim. Bakın manzara nasıl
değişiverecek. Kumru hiç durmadan yalvarıyor serviye, yani Allah’a yalvarıyor.
Ama arada bir vesile lazım. Bir elçi lazım, haber getiren lazım. Getirdiği haber
gibi bir gün desin ki; ya Rab! Bu da benim ümmetimdendir, şefaatim üzerine
olsun, onu bana yaz.”(s.44)
Köksal, bu beytin şerhinde Arap harflerinin şekil özellikleri ve ebcetle ilgili
değerlerinden yola çıkarak bir şerh yapar. Fuzûlî’nin kelime-i tevhidden manevi
iktibas yaptığını söyleyerek şairin bir başka oyununa dikkat çeker: “Serv iki
yana “nefy” makamında salınırken su, onu bu inadından döndürmek için ayağına
kapanarak eteklerine yapışmaktadır. Eteklerine asılmış biri varken kişi nasıl
kımıldayamaz ise servi de suyun eteğine yapışmasıyla sallanmasına son vermekte
“nefy”den “isbat”a “la”dan “illa”ya terfi etmekte; yani tek olana, bir olana,
“elif”e, “tevhid”e erişmektedir. Cahiliye dönemi putperestlerinin “la ilahe”si
su’yun, yani Hz. Peygamber’in gelişiyle “illallah”a dönüşmektedir. (Köksal,
s.107)
15. İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile Gül budağınun mizâcına gire
kurtara su
Gülfidanı, bir hileyle meğer bülbülün kanını içmek ister; su, (gülfidanının)
mizacına girerek (onu) kurtarsın.
Çalışkan. “Beyitte sudan yardım umulmaktadır. Su, Hz. Muhammed’i sembolize
ettiğine göre, bülbül de salik olduğuna göre, şefaat isteniyor demektir. Gül
kesrettir, masivayı
sembolize eder dedik. Su’ya Hz. Muhammed ve onun yolu, bülbüle de salik, şefaat
isteyen manasını verdik. Böyle olunca, suyun gül budağının damarına girmesi de
şu manalara bürünür: Dünya, dünya nimetleri, nefis ve bütün arzuları… Hasılı
Allah’tan başka her şey masivadır. Gülle sembolize edilen bu alanlara suyun yani
Hz. Muhammed ve onun yolu olan İslam’ın girmesi, ortalığı düzene sokacak ve
kesret yok olup vahdet doğacaktır. Bülbülle sembolize edilen salik, yani
insanlar da selamete erecektirler.” (s.105-106).
Akar: “gül fidanı binbir hîle ile, binbir reng ile, gösteriş ile bülbülü kendine
cezb edip kanını içmek dileğindedir. Gül azgınlaşmış, kan dökücü olmuştur. Eğer
su onun içine girip sâkinleştirmezse, gülü bülbülün kanını dökmekten kimse men
edemeyecektir. Bülbülün kurtuluşu suyun yardımına bağlıdır, yoksa ölecektir.”
(s.49) Pala, “anasır-ı erbaa” ve bunların insan üzerindeki tesirini ayrıntılı
olarak anlattıktan sonra beyti açıklama sadedinde şöyle der: “su, gül dalının
mizacına girsin, dengeyi korusun.” derken aslında suyun güle renk vermesini,
böylece renk dengesini kurunca da bülbülün kanına ihtiyaç görmeyeceğini, böylece
mizacının dengeli olacağını, bülbülün kurtulacağını ifadeye çalışmaktadır.
Burada elbette, “Su gülün mizacına girsin, yolunca gitsin, onu yatıştırsın”
anlamı da mevcuttur.” (s.47)
Köksal: “Fuzûlî’nin burada sihr-i helal yaparak beyte birçok anlamı birlikte
yüklemek istediği de açıktır. O, bir yandan şiirin yukarıdaki anlamlarını
kastederken, yani gülün “bir reng” ile bülbülün kanını içmek istediğini
söylerken öte yandan da “Su bir treng-hile ile bülbülün kanını içmek isteyen
gülün mizacına girecek ve kanını içmek istediği bülbülü kurtaracaktır.
Su, Hz. Muhammed’i temsil ettiği için bir anlamda “nebevi ahlak” gülün
damarlarına nüfuz ederek mizacını değiştirmekte, onu kötülük yapmaktan
menetmektedir.” (Köksal, s.108)
16. Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i
Muhtâr'a su
Su, Hz. Ahmed-i Muhtar’ın yoluna uymuş (olmakla) temiz karakterini dünya halkına
apaçık göstermiştir.
Çalışkan: “Hz. Muhammed(s. a.v) ile su âlemlerin yaratılışı ve devamının
nedenleridir. Hz. Muhammed’in yolu, İslam yani Müslümanlıktır. İslamiyet’te
aranılan kalb saflığı ve
temizliğidir. Su da maddi ve manevi temizliğin sembolüdür. Su da bu bakımdan Hz.
Muhammed’in gösterdiği yola yani İslam’a, müslümanlığa uymuştur.” (s.108)
Akar: “Su, duruluğu bakımından ilme ve hikmete de işarettir. İslâm dini
müminlere ilmi emreder. Bu beyit kasidenin giriz beytidir. Asıl na’t bölümüne
münasip bir giriş yapılmıştır.” (s.52).
Şener: “Fuzûlî’ye göre su, Hz. Peygamber’in davetini kabul ederek O’na iktida
etmiş, O’na doğru akıp gitmektedir.” (s.70).
Pala: “Su, efendiler Efendisi’nin ne kadar temiz yaratılışlı olduğunu, onun
yoluna girmekle herkese anlatmaya başlamış.” Öte yandan beytin nesnesi
değiştirilerek mana şöyle de anlaşılabilir: “Su Ahmed-i Muhtâr’ın yoluna
kendisini koymakla ne kadar temiz yaratılışlı olduğunu bütün dünyaya ispat
etmiş.”(s.48)
17. Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i
eşrâra su
İnsanoğlunun efendisi, seçilmiş, arınmış inciler denizi (olan Hz. Peygamber’in)
mucizeleri şer ehlinin ateşlerine su serpmiştir.
Çalışkan, methiyenin bu başlangıç beytini şöyle şerh etmiştir: “Peygamber seçkin
incilerin çıkarıldığı bir denize benzetilmiştir. Hz. Peygamber derya olunca,
onun ağzından çıkan sözler yani hadis-i şerifler de seçkin birer inci
olmaktadır… Beyitte Hz. Muhammed doğduğunda Mecusilerin ateşgedelerindeki
ateşlerin sönmesine işarette bulunulmuştur.”(ss.110-111)
Hz. Peygamber na’tinin bu beyitte başladığını söyleyen Akar, şöyle şerh
etmiştir: “Şiire göre Hz. Muhammed “seçme incinin bulunduğu deniz”dir. “Deryâ-yı
dürr-i ıstıfâ terkibinde “dür” Hz. Muhammed’in ruhunu, ondaki ilahî unsuru,
cevheri, “ben”i, insanda ölmeyen ve asıl değerli olan varlığı; derya da bedeni
temsil ediyor olabilir. Bu hâle göre can cevheri beden deryâsı içinde
bulunmaktadır. Bu deryâ, yahud beden temizlik, kusursuzluk ve cömertlik denizi
olup içinde inci, cevher bulundurur. Şair, Resulullah’ın bedenini niçin deryâya
benzetmiştir?
Çünkü böyle seçkin bir inci, ancak böyle deryâ gibi bir bedene sığar. … Çünkü
Hz. Muhammed bedenen de mükemmeldir…” (s.55)
“Şair, “onun mûcizeleri şerlilerin kötülük ateşini söndürmüş, onların
zararlarını önlemiştir.” Diyor. Mucizat kitaplarını taradığımızda, bu konu ile
ilgili elliden fazla mucize rastlıyoruz… şair, özetle insanların efendisi ve
seçkin inci denizi olan Hz. Peygamber’in gösterdiği mucizelerle kötü insanların
kötülüklerini, zararlarını önlediği anlatılmaktadır.”(s.59)
Şener şu açıklamayı yapar: “Kaside-i Bür’e’deki mana, Su Kasîdesi’ndeki manadan
şümullü olmakla beraber Fuzûlî, Hz. Peygamber için “Seyyid-i nev’-i beşer”den
başka seçkin, iri ve kıymetli incinin çıktığı derya (kıymetli inciler değerinde
söz söyleyen, konuştukları vahiyden başka bir şey olmayan), bir de O’nun
mucizelerinin kötülerin ateşini söndüren, şirki kökünden silip yerine Tevhid’i
getiren bir suya benzetmiş olmakla el-Busirî gibi Peygamber’i tek sıfatla değil,
birkaç sıfatını sayarak övmektedir… Hz. Peygamber ilk yaratılan nur olması
hasebiyle, renk açısından nur ile inci arasında bir bağlantı kurarak Hz.
Peygamber’e verilen değerin Dürr-i yetim olmasından ziyade, madde-i asliyesinin
nur olmasından kaynaklandığı da düşünülebilir.”(s.73).
Pala’ya göre “şair, Hz. Peygamber ile su arasında şer ateşini söndürmek
bakımından bir paralellik kurmaktadır. Peygamber’in mucize olarak kötülüklerin
hepsini yere batırması, doğduğu gece Mecusîlerin yüzyıllardır yanmakta olan
ateşinin sönmesi ve dünyadaki kötülük kıvılcımlarını söndürüp hak dini
getirmesi, ancak bir suyun rahmeti ile olabilecek şeylerdir.” (s.50) Pala, bu
beyti de diğerlerine oranla oldukça geniş bir biçimde şerh etmiştir.
18. Kılmağ içün tâze gül-zâr-ı nübüvvet revnakın Mu'cizinden eylemiş izhâr
seng-i hâra su
Kara taş, Nübüvvet bahçesini tazelendirmek (canlandırmak) parlaklığını göstermek
için mucize (olarak) su göstermiş (çıkarmış).
Çalışkan, beyti yorumlarken Hz. Peygamberin mucizelerine işaret ettikten sonra
sözü şöyle bağlamaktadır: “Peygamber (s.a.v), Efendimiz manevi susuzluktan taş
kesilmiş kalp ve gönüllere, diken gibi başkalarına eziyet eden kimselere verdiği
su (İslam) ile onları mükemmel bir hale getirmiştir.” (s.117)
Akar: “Peygamberlik bahçesinde, geçmiş peygamberleri temsil eden güller vardır.
Bu güllerin devri geçmiştir, parlaklığı gitmiştir, solmaktadır. Hz. Muhammed
mucizesi ile katı taştan su çıkarıp bu bahçeyi eski parlaklığına kavuşturur.
Çünkü o kendinden önce gelen bütün peygamberleri tasdik eder.”(s.61)
Şener, beyitle ilgili olarak taştan su çıkarma mucizesine değindikten sonra şu
yorumu yapmaktadır: “Katı taştan su çıkarmak demek, atalarının dinlerinde ısrar
eden müşrik ve muannidlerin taştan daha katı kalblerine iman nurunun
yerleştirilmesidir.”(s.79)
Pala: “Fuzûlî, 16. Yüzyılda insanlara sanki bir çağrı yapıyor. “Gelin Gül’ün
bahçesini yeşertelim” demek istiyor. Bunun Osmanlı diyarında, Bağdat ve
civarında, Orta Doğu ve Arap yarımadasında yapılan bir çağrı olduğu düşünülürse,
o bölgelerde İslâm adına bazı gevşemelerin görüldüğü sonucu çıkarılabilir.”
(s.55)
Köksal, İpekten’in nesre çevirisi dışındaki bütün aktarmaların hatalı olduğunu
söyleyerek beytin şöyle çevrilmesi gerektiğini söyler. Beyte şu anlamı verir:
“Sert taş, peygamberlik gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için (onun)
mucizesinden (olmak üzere) su meydana çıkarmıştır.” (s.108), Cümlenin öznesinin
“seng-i hare” olduğunu, peygamber kelimesinin beyitte yer almadığını belirtir
(s.109).
19. Mu'cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim Yetmiş andan min min âteş-hâne-i
küffara su
Mucizeleri dünyada bir uçsuz bucaksız deniz imiş, ondan milyonlarca kâfirin
ateşhanelerine su ulaşmış (söndürmüş).
Çalışkan: “Bu beyitte, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mucizelerinin uçsuz
bucaksız bir denize benzetildiği görülüyor. Ayrıca beyitte, Hz. Muhammed
Mustafa(s.a.v)’ nın dünyaya teşrif buyurduğu zaman (Rebiülevvel ayının 12.
gecesi) ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan ateşlerinin sönmesine
işaret edilmiştir.” (s.118)
Akar: “Fuzûlî, Hz. Muhammed’in mucizelerini uçsus bucaksız bir denize benzetir.
Bu mucize denizinin sularının, yani tesirinin, küfür ateşini söndürme, hakkı
gösterip batılı giderme
tesirinin, Arap dünyasının dışına çıkıp o zaman ki ateşe tapanların yurdu olan
İran’a ulaştığını, mecusiliği cemaatsiz ve mâbetsiz bir hale getirdiğini, o
âhirete intikal ettikten sonra bile onun mūcizelerinin hükmünün devam ettiğini
anlatır.”(s.62)
Pala: şair, “Onun mucizeleri sınırsız bir denizdir; saymaya kalkılsa sayılmaz;
biz hangi birisini sayalım; dünyada ondan binlerce kâfir ateşhanesine su
erişmiş, oralar sönmüş, işlevleri tamamlanıp yok olmuşlar” demeye çalışıyor.”
dedikten sonra İran’ın fethiyle bu coğrafyanın Müslüman olmasına dikkat
çeker.(s.56-57)
Şener de beytin şerhinde ateşperestlerin ateşlerinin sönmesine temas etmiş
(s.81) Busirî’nin bu hususu daha geniş olarak dört beyitte anlattığını ifade
etmiştir.
20. Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ Barmağından virdügin şiddet günü
Ensâr'a su
Her kimse onun şiddetli (susuzluk) günü parmaklarından Ensra’a su verdiği işitse
hayretinden parmağını ısırır.
Çalışkan, “Beyitte Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimiz’in; Tebük gazvesi sırasında
Hudeybiye’de askeri ve çevresindekiler susuz kaldığından parmağından su akıtması
mucizesine işarette bulunuluyor.”(s.120) demektedir.
Bu beyitte Hz. Peygamber’in su konusunda gösterdiği bir mucizeden söz edildiği
ve bunun Hudeybiye seferinde meydana geldiğini söyleyen Akar, konuyu şöyle
bağlar: “Hadise nerede ve ne zaman geçerse geçsin bir mucizedir. İnsanların
hayretini mucip olmuştur. İşitenler de hayret ile, parmaklarını ısırmışlardır.
Hayret ve parmak ısırma işi olmuş bitmiş değildir. Bu devamlı bir fiildir. Kim
işitirse hayret edecektir. Mucizenin tesirinde devamlılık vardır. Fuzûlî de Hz.
Muhammed’i bu mucize ile över.”(s.67)
Pala, “Peygamberimizin bu mucizesini her kim duyarsa, “Yapma ya, öyle mi! Allah
Allah!..” der ve hayretinden parmağı ağzında kalır” demektedir. (s.59)
21. Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât Hasmı su içse döner elbette zehr-i
mâra su
Eğer dostu yılan zehiri içse bengisu olur. Düşmanı su içse elbet yılan zehirine
döner.
Çalışkan bu beytin şerhinde özet olarak Peygamber dostlarının ve Allah’ın veli
kullarının kötülükleri iyiliğe döndürebilecekleri hususu üzerinde durmuştur.
(ss.122-123)
Akar, bu beyti oldukça geniş bir biçimde şerh etmiştir. Hz. Peygamber’in
dostlarının onun hürmetine zehirden etkilenmeyeceklerini söyledikten sonra Hz.
Ömer’in zehir içip zarar görmemesi olayını anlatır. Ayrıca bu durumun zamanla
bağlı sınırlı olmadığını her zaman mümkün olabileceğini söyler. Ardından “Ab-ı
hayat” konusundaki menkıbeyi dile getirir.(ss.69-71)
Pala, Hz. Ömer’in yukarıda anılan kerametini hatırlattıktan sonra Tebuk
Seferi’nden dönüşte Semud kavmi harabelerinden geçerken Hz. Peygamber’in oradan
alınan suyu döktürdüğü, bu su ile yoğrulan hamurları attırdığı hadiseye işaret
edip Hz. Ebubekir’in, hicret sırasında, mağarada yılanların Hz. Peygamber’e
zarar vermesini önlemek için ayağıyla zehirli yılanın deliğini kapamasına işaret
eder ve şu cümle ile sözünü tamamlar: “O’nun rahmet suyundan her kim içerse
abıhayat oluverir.”(s.62) 22. Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz El
sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su
Hz. Muhammed (s.a.v) abdest için su alıp yüzüne vurunca dökülen her damlasından
bin rahmet denizi dalgalanmıştır.
Çalışkan: “Hz. Muhammed (s.a.v) abdest aldıkça yüzüne vurduğu suyun her damlası
ile ümmeti için Allah’ın merhametini, rahmetini kazanmıştır. Allah’ın insanlara
acıması anlamına gelen rahmet, Türkçede mecazî olarak “su, yağmur” manasına da
gelir. Yağmur milyonlarca damladan oluşur. Bu da Allah’ın, Rahman olan Allah’ın
bir rahmetidir.” (s.125)
Akar, bu beyti şerh ederken, ibadetin lütuf ve rahmet vesilesi olduğunu, Hz.
Peygamber’in sadece kendine değil âlemlere rahmet olduğunu belirip Allah lütuf
ve ihsanının kişinin Allah’a yakınlığı ile arttığını söyler. Abdest suyunun
damlalarının rahmet denizini dalgalandırdığını, Hz. Peygamber’in abdest suyundan
dökülen damlaların daha çok rahmet
denizini dalgalandıracağını ifade eder. Bu konuda bazı ayetleri tanık gösteren
Akar, müminlerin iyi hareketlerinin karşılığını fazlasıyla göreceklerine dikkati
çeker.(s.73)
Şener, Hz. Peygamber’in kendisi bizatihi rahmettir. Onun gül yüzünden dökülen su
damlaları elbette binlerce rahmet denizini dalgalandıracaktır, diyerek beyti
açıklamıştır. (s.84)
Pala, abdest suyunun günahları yıkadığına işaret edip beyti tasavvufî açıdan
yorumlamakta ve teknik bazı bilgiler vermektedir.(ss.63-64)
23. Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer
âvâre su
Su, ayağının toprağına ulaşayım diye ömürler boyunca başını taştan taşa vurup
avare gezer.
Çalışkan: “Şair, kendi içindeki Peygamber özlemiyle çevresindeki ırmakların
coşkun akışı arasında bir benzerlik buluyor. Güneye doğru dağ taş demeden akıp
giden ırmaklar (Fırat ve Dicle), Hz. Muhammed (s.a.v)’e, onun ayak bastığı
mübarek topraklara kavuşma ümidi ve arzusuyla akıyorlar.”(s.127)
Akar, bu beyti açıklar ve şerhini şu cümlelerle noktalar: “Bu beyitte Hz.
Muhammed övülmekte, İslam dininde kâinatın yaratılış sebebi sayılan Hz.
Peygamber’e her varlık gibi suyun da âşık olduğu anlatılmaktadır. Fuzûlî’ye göre
Hz. Peygamber’in ayağının tozu beyitte anlatıldığı gibi, sadece suyun ulaşmak
istediği şey değil, “yüce arşın başına” bile “tac”dır.”(s.76)
Pala, bu beyte “taç beyit” denebileceğini ifade edip beyti ayrıntılı bir biçimde
şerh eder.(s.65-67)
24. Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre
pâre su
Su, zerre zerre dergâhının toprağına nur salmak ister. Su eğer bin parça da olsa
o dergâhtan dönmez.
Çalışkan: “Şair, Peygamber’in dergâhına parça parça olup kaybolsa da yine gitmek
istemesiyle suya bir kişilik vermiştir. Bu husus sevginin kuvvetli ve güçlü
olduğunu gösterir.”(s.129)
Akar, bu beyitte, suyun Hz. Peygamber’e âşık olduğu düşüncesini sürdürerek, bu
yoldan paramparça olsa bile suyun vazgeçmeyeceğini dile getirir, şairin
Divanı’ndan iki beyti tanık olarak gösterir:
Hâk-i dergâhına her subh sürer gün yüzini Gâlibâ andan ana hâsıl olupdur bu
şeref
Baş koyar her subh-dem hurşîd hâk-i pâyına Bu sa’âdetden anun geldükçe artar
pâyesi s.77.
Köksal, bu beyitle ilgili olarak merhum Cem Dilçin’in itirazını özetledikten
sonra “Hem beytin anlamı, hem divan şiirinde medhiye türünün özelliklerine göre
memduh’un övgüsünde izlenen anlatım yolları, hem de Hz. Muhammed’in İslam
peygamberi olarak yüce kişiliği çevresinde ve tasavvufi bilgiler açısından edebi
ve kültürel anlamda oluşmuş mazmunlar dikkate alındığında, söz konusu kelimenin
“sala nur” olarak okunmaması gerektiği anlaşılmaktadır” deyip, “Ki doğrusu, bu
hususta yapılan açıklama ve şerhlerin hiçbiri bizi de tatmin etmemiştir” sözüyle
de Dilçin’in “sala nur” yerine “salınur” biçimine dikkat çeker. Bu açıklamanın
bazı bakımlardan yetersiz olduğunu söyler. Kendisi de bazı tekliflerde
bulunmakla birlikte yine şimdilik en uygun biçimin “sala nur” olduğunu kabul
eder.(s.110-112) Köksal, yazını şu cümlelerle bitirir ki katılmamak mümkün
değildir: “üç kitap ve bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyla on beş civarında
makaleye konu olması dahi bu kasidenin önemini gösterir mahiyettedir. Böylesine
önemli metinler üzerinde farklı görüş ve düşüncelerin, farklı yaklaşımların
olması da gayet tabiidir.”(s.113)
Pala, bu beyti 13. beyte atıfta bulunarak şerh etmiştir. (s.71)
25. Zikr-i na'tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ Eyle kim def-i humâr içün içer
mey-hâra su
Sarhoşlar baş ağrılarının giderilmesi için nasıl su içerse hata ehli
(günahkârlar) da na’tının zikrinin virdini, tekrarlanmasını ilaç bilir (sayar).
Çalışkan: “Virdin diğer okunuşu verddir. O da gül yaprağı demektir. Gül yaprağı
denince kitap akla gelir. O zaman şöyle bir anlam ortaya çıkar: “Günahkârlar
senin na’t kitabını devamlı ellerine alıp okumayı kendilerine derman bilirler.”
Ayrıca Tasavvufta Hz. Peygamber de güldür. Yapraktan karine yoluyla kâğıt da
akla gelebilir. Kâğıt olunca da reçete tedai edilir. O zaman anlam şöyle olur:
“Günahkârlar, senin na’t kitabının her sayfasını kendileri için bir reçete
sayarlar. Esma-yı nebeviler (Peygamberlerin isimleri) de bazı hastalıklara muska
yazılır. Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in de hastalıkları tedavi yönü
vardır”(ss.132-133)
Akar, beytin zahiri anlamı ile ilgili düşüncelerini ifade ettikten sonra beytin
nasıl anlaşılması gerektiği hususunda şu fikirleri ileri sürer: “Kanaatimizce
beyitte ince bir övünme vardır. Beyitte kastedilen “na’t” belirli bir şiir
değil. Bu kelimeden kastedilen Hz. Peygamber’in sıfatları olabilir. Hatta bu
na’t, Fuzûlî’nin Su redifli na’ti de olabilir. Bu son ihtimal kabul edilir ise
günahkârlar, Fuzûlî’nin “Su Kasîdesi”ni okuyarak Hz. Muhammed’in şefaatine
ulaşacaklarına inanırlar, anlamı ve hükmü meydana çıkar.”(s.81)
Pala, “şair sanki bir iç muhasebesi de yapıyor ve şairlik ile dünyeviliği
örtüştüren sanat erbabını eleştiriyor.” diyerek içki ve kadın konusunda yazılan
şiirlerin hata olduğunu ima ediyor. Şairin böyle şiirlerden dolayı kendisini
hata ehli olarak gördüğünü ve söylediği bu naat vesilesiyle af edilmeyi umduğunu
ifade etmiştir. (s.72)
26. Yâ Habîballâh yâ Hayre'l beşer müştâkunam Eyle kim leb-teşneler yanup diler
hemvâra su
Ey Allah’ın Habibi! Ey insanların hayırlısı! Dudağı susamışlar nasıl yanıp su
isterlerse ben de öylece senin müştakınım (âşıkınım).
Çalışkan, “Allah’ın Habibi, Allah’ın izniyle şefaat edecektir. Bu beyitte de
şefaat için yalvarma söz konusudur.” diyerek (s.134) beytin şerhinde Hz.
Peygamber’in isim ve lakaplarını sıralamıştır.(s.135)
Akar, bu beyti şerh sadedinde Hz. Peygamber’in “Habibullah” ve “Hayrü’l-beşer”
olduğuna dair rivayetleri dile getirerek şairin bu beytinin Cenab-ı Peygamber’in
faziletine işaret ettiğini söyler. (s.83)
Şener, bu beyitte Fuzûlî’nin Hz. Peygamber’e duyduğu sevgiyi, aşkı dile
getirdiğini söyleyerek Kaside-i Bür’e’nin 36.beyti ile karşılaştırmıştır.
(s.85-86)
Pala, “Şair, kasidesinin bu bölümünde dua etmek üzere elini açmış görünmektedir.
Öyle ki, Hz. Peygamber’e hem beşerin en hayırlısı, hem de Allah’ın sevgilisi
sıfatları ile seslenerek böyle birisinin şefaat konusunda ilticada bulunan bir
şairi boş çevirmeyeceğini imaya çalışıyor.” demektedir.(s.75)
27. Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc'da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit
ü seyyâra su
Sen o keramet denizisin ki Mi’raç gecesinde feyzinin şebnemi (çiy tanesi) sabit
ve seyyar (hareketli) yıldızlara su ulaştırmış.
Çalışkan: “Burada sudan maksat, Hz. Muhammed (s.a.v) ‘in miraç gecesi bütün
kâinata varlığı ile vermiş olduğu feyizdir. Gökyüzünde parlayan yıldız ile çiy
tanesinin parlamasını gözden uzak tutmamalıdır.” (s.139)
Akar, bu beyti anlayabilmek için miraç ve miraciyeler konusunun bilinmesi
gerektiğini söyleyerek açıklamalar yapar. Sabit yıldızlar ve gezegenlerle
gökyüzü hakkında eski astronomi bilgilerini aktarır: “Hz. Peygamber niçin
“bahr-ı keramet” olarak tavsif ediliyor? Çünkü gökler ve gök ehli “âlemlere
rahmet olarak yaratılan” , yaratılmışların en büyüğü, en şereflisi olan Hz.
Muhammed (s.a.s)’e gelmemiş, o göklere gitmiş, o lütufta, keremde, ihsanda
bulunmuştur. Gökler ve göklerde bulunanlar onunla müşerref olmuşlardır.” (s.86)
Şener, bu beyti şu şekilde açıklamıştır: “Sen, öyle bir kerem, ihsan denizi ve
ahlâk-ı hamide sahibi bir peygambersin ki, mi’raç gecesinde dolup taşan, herkese
yetecek derecede olan feyiz ve bereketinin çiy taneleri, yerdekilere yettiği
gibi, gökyüzündeki varlıklara, sabit ve seyyar olan yıldızlara su
ulaştırmıştır.”, “Onun feyzi ve bereketi, miraçtan önce yerdeki
varlıklara, mi’raç sırasında da gökyüzündekilere ulaşmış, onlar da “bahr-i
keramet”ten nasiblerini almışlardır.”(s.88)
Pala, miraçla ilgili malumattan sonra günümüz uzay ilmi hakkında bilgiler verip
çeşitli rivayetleri zikrederek beyti açıklamıştır.(s.76-78)
28. Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner Hâcet olsa merkadün tecdîd iden
mimâra su
Eğer ihtiyaç olsa merkadini yenileyen mimara güneş çeşmesinden her an feyiz
zülali (duru su) iner.
Çalışkan: “Bu iki menba (Kur’an ve Hadis M.K), kaynak beyitte “çeşme-i hurşid”
ile ifade ediliyor. Bu menba, kıyamete kadar insanlara ışık tutacak, kararan ve
susayan kalplere su serpecektir. Ayrıca beyitte İslam’a, İslam Peygamberine ve
mübarek yerlere hizmet ve hürmet edenlerin rahmete erişeceğine de işaret
edilmiştir.”(s.141)
Akar, bu beyti şerh ederken Nâbî’nin meşhur “bu” redifli gazelini nakleder, Hz.
Peygamber’in türbesini tamir eden mimara güneş çeşmesinden saf ve tatlı suyun
ineceğini söyler ve şöyle devam eder: “Burada sadece Fuzûlî’nin sevgi ve saygısı
değil, aynı zamanda “Âlemlere rahmet olarak yaratılan” Hz. Peygamber’e
“yaratılmalarına sebep olduğu varlıkların, bu arada güneşin de sevgisi ve
saygısı dile getirilmiş olabilir.” (s.89)
Pala, bu beytin şerhinde Mihrimah Sultanla ilgili bir hikâye anlatarak konuyu
detaylandırır.(s.80)
29. Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol
nâra su
Cehennem korkusu yanmış gönlüme gam ateşi salmış, (ama senin) ihsan bulutunun o
ateşe su serpeceğine umudum var(dır).
Çalışkan’ın yorumu şöyledir: “Bulut ile Hz. Peygamber arasında bir münasebet
vardır. Çünkü, Hz. Peygamber’in güneşli zamanlarda başı üzerinde bir bulutun
gölgelik ettiği
malumdur. Bu onun mucizelerinden biridir. Ateş yakar. Dolayısıyla öldürücüdür.
Su hayat verici ve teskin edicidir. Ateşle cezalandırmak ancak Cenab-ı Allah’a
mahsustur. Ateşi su söndürür. Cehennem ateşini ancak Hz. Peygamber’in ihsanı
söndürür. Yani cehennemde cezalandırmaya karşı ancak onun şefaati korur.”(s.143)
Akar, bu beyitte her müminin hayatını “havf ve reca” arasında geçirmesi
gerektiği gerçeğinden hareketle şefaat umudu dile getirilmiş, der ve devam eder:
“Kısacası bu beyitte zımnen Hz. Muhammed (s.a.s) ‘in büyük ceza gününde
müminlere şefaatçi olacağı, açık olarak da cehennem ateşinden korkan şairin Hz.
Peygamber’in şefaatinden mahrum kalmayacağına dair ümidi dile
getirilmiştir.”(s.90)
Pala, da “havf ve reca” konusunu hatırlattıktan sonra şairin bu beyitte duaya
başlamak istediğini okuyucuya hissettirdiğini ifade etmektedir.(s.81)
Şener, “Fuzûlî de kendisini günahkâr bir kul kabul ederek, içine cehenneme girme
korkusu düştüğünden, cehennem korkusundan yanıp tutuşan korkudan mütevellid
içindeki ateşe, bir bağışlama bulutu olan “Ebr-i ihsan”dan su serperek
söndürüleceğini ümit etmektedir.” (s.92) tespitinde bulunmaktadır
30. Yümn-i na'tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü'lü
şeh-vâra su
Nisan yağmurundan su nasıl şahlara layık inciye dönüşürse Fuzuli’nin sözleri de
(Hz. Peygamber’in) na’tinin uğurundan inci olmuş.
Çalışkan, “Fuzûlî, burada kendisini ve şiirinin övgüsünü yapıyor.” demektedir.
(s.145).
Akar, incinin oluşumu ile ilgili rivyetleri naklettikten sonra sözü Fuzûlî’ye
getirir ve onun kendi sözleri hakkındaki görüşlerini nakleder: “şairin (yani
Fuzûlî’nin ) sözleri, (bir diğer anlama göre, şairin Fuzûlî, boş, lüzumsuz,
faydasız, değersiz sözleri) Hz. Muhammed (s.a.s) ‘i övmenin uğuru ile mücevher
gibi, inci gibi olmuştur. Üstelik sıradan bir inci gibi değil, nisan yağmurundan
olan iri inciler gibi değerli olmuştur.” (s.93)
Şener, Fuzûlî’nin: “Kasidenin “fahriye” bölümü olan bu beyitte, tevazu
göstererek, buraya kadar söylemiş olduğu sözlerin boş ve manasız olduğunu, ancak
söylediklerinin “na’t” olması hasebiyle değer kazandığını, kıymetli olduğunu…”
anlatmak istediğini ifade etmiştir (s.94).
Pala ise şairin bu beyitte fahriyeye biraz meyl ettiğini söylemektedir.(s.84)
31. Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr Eşk-i hasretden tökende dîde-i
bîdâra su
32. Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i
dîdâra su
Haşir günü olduğunda gaflet uykusundan uyanan, didar hasreti çeken göze hasret
gözyaşları döktüğünde umduğum, haşir günü ben didara susamışa kavuşma çeşmenin
su vereceği umudumdur.
Çalışkan, bu iki beytin kasidenin dua bölümü olduğunu belirttikten sonra, “İki
beyitte de mahşer günü bahis konusudur. O gün insanlar, Allah’a hayatlarında
yaptıkları iyi ve kötü işlerin hesabını verecekleri için büyük bir telaş ve
heyecan içinde olacaklardır. O gün Hz. Muhammed (s.a.v) kendisini sevenlere ve
ümmetine şefaat edecektir. Şair, önce Kıyamet gününde dirilişe işaret ediyor.
Sonra Mahşer gününde Peygamber’e kavuşmayı, susuz kalmış bir insanın bir
çeşmeden kana kana su içmesine benzetiyor. Öte dünyada yalnız bunu umduğunu
söylüyor.” Görüşünü dile getirmiştir.(s.148)
Akar da Çalışkan gibi son iki beyti birlikte ele almış, neden ikisini birlikte
aldığını açıkladıktan sonra (anjanbman) şairin kıyamet gününü tahayyül ettiğini
söyler ve sözü şu cümlelerle bağlar: “ O gün âşık gözü, sevdiği kimseyi görmeye
hasret olan gözü hala hasret gözyaşları döker halde olacaktır. (Hasret, Hz.
Peygamber’e duyulan özlemdir). İşte o mahşer gününde, Resulullah’ın güzel yüzünü
görmeye susamış olan şair isteğine kavuşacak ve Efendimiz’in kavuşma pınarı
Fuzûlî’yi susuz bırakmayacaktır. Kıyamet gününde şair Hz. Muhammed’i görecektir.
Şairin umudu budur.”(s.95)
Pala, bu beyitlerin dua beyitleri olduğunu, şairin mahşer gününün dehşetini
hatırlatıp Hz. Peygamber’in dostluğunu kazanmanın önemini vurguladığını ve kendi
dileğini ifade ederek sözünü tamamlamaktadır.(s.85)
Şener de iki beyti birlikte değerlendirir, kıyamet günü hasret gözyaşları
dökerek şefaat ihtiyacını dile getirdiğini, 32. beyitte ise Hz. Peygamberin
şefaatinden mahrum olmamayı umduğunu, bu yolla cennete girip rü’yete mazhar
olarak cemalullaha karşı susuzluğunu gidereceğini söylediğini dile getirmiştir.
(s. 96-97)
Akar, kitabını kasidenin tür ve şekil bilgilerini anlattığı bölümle
tamamlamıştır.
Sonuç Olarak, Su Kasîdesi hakkında farklı kitaplar, makaleler kaleme alınmış,
edebiyatımızın bu önemli naat şaheseri dil ve muhteva bakımından çeşitli
açılardan incelenmiş; şerhleri yapılmıştır. Bu şerhlerden ortaya çıkan önemli
bir husus da eserin metni ile ilgili oluşan bir takım sorulardır. Bazı
beyitlerin okunuşu konusunda türlü tereddütler ifade edilmiş, sağlıklı bir metne
duyulan ihtiyaç dile getirilmiştir.
Su Kasîdesi’nin kimi beyitlerinin okunuşu hususunda bilim adamlarının yaptıkları
itirazlar, farklı okumalar Fuzûlî Divanı’nın sağlam bir metninin oluşturulmasına
duyulan ihtiyacı bir kez daha göstermiştir. Faklı okumalar, tabii olarak
birbirine az çok aykırı yorumlara yol açmıştır.
Su Kasîdesi’ne yazılan şerhler, Fuzûlî’nin şair olarak başarısının, bir mümin
olarak da Hz. Peygamber sevgisini işlemedeki samimiyetinin teslim edilmesi
anlamına gelir. Günümüzde de çok sevilen bu na’tin bundan sonra da şerh ve
tahlil çalışmalarına konu olacağı anlaşılmaktadır. Bu na’ti şerh ederken
Fuzûlî’nin bütün şiirlerinin, hatta mensur eserlerinin de göz önüne alınması
gerektiğini hatırlatmakta fayda mülahaza etmekteyiz.
KAYNAKÇA
Abdülkerim ABDÜLKADİROĞLU, “Fuzûlî’nin Su Kasîdesi’nden Bir Beytin Şerhi”, Türk
Edebiyatı 1985, S 137.
Ahmet MERMER, “Su Kasîdesi, Fuzûlî”, Konevi, C 3, S. 26 (Nisan 1985)
Atilla ŞENTÜRK, Osmanlı Divan Şiiri Antolojisi, İst. 1999.
Cem DİLÇİN, “Su Kasîdesi’nin Bir Beytindeki “Yaygın Yanlış” Üzerine”,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/12/848/10731.pdf.
Fatih KÖKSAL, “Bazı Beyitlerden hareketle Su Kasîdesi’ne Yeni Bakışlar”, Eski
Türk Edebiyatında Teori ve Tenkit, İstanbul 2012.
Haluk İPEKTEN, Fuzûlî, Hayatı, Edebî Kişiliği Eserleri ve Bazı Şiirlerinin
Açıklamaları, Ankara 1973.
Haluk İPEKTEN, Mustafa İSEN, Turgut KARABEY, Metin AKKUŞ, Büyük Türk Klasikleri,
İstanbul 1986.
Hasibe MAZIOĞLU, Fuzûlî ve Türkçe Divanından Seçmeler, Ankara 1988.
Mehmed MİHRİ, Fuzuli’nin Şerh ve Tefsirli Divanı, İstanbul 1937.
Müslim ERGÜL, Fuzûlî, Hayatı San’atı ve Eserleri, Gökşin Yayınları 1984.
Necmettin Halil ONAN, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul 1989Necla
PEKOLCAY, İslâmî Türk Edebiyatı-I, İst.1981.
Özkan ÖZTEKİN, “Su Kasîdesi’nin Dili Üzerine”,
Selçuk ERAYDIN, Tasavvuf ve Tarikatler, İstanbul 1990
Tahir ÜZGÖR, “Su Redifli Şiirler ve Fuzûlî’nin Su Kasîdesinin Kompozisyonu’na
Dair”, dergipark.ulakbim.gov.tr/fsmiadeti/article/download/.../1028000309,
09.03.2015.
Tahir ÜZGÖR, “Klasik Edebiyatımızın Metodolojisi ve Su Kasîdesi’nin İlk Beyti
Hakkında Süpekülatif Bazı Görüşler”,
http://tara.sdu.edu.tr/vufind/Record/dergipark-record-56293,09.03.2015.
Vedat Ali TOK, “Su Kasîdesi’nden Beş Beyit Üzerine Bir Şerh Denemesi”
http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIYATI/vedat_ali_tok_su_kasidesi.pdf,09.03.2015.
Yazar Mahmut Kaplan'ın Sitemizdeki Yazıları |
Yazar Mahmut Kaplan'ın Sitemizdeki Kitabı |
Yazar Mahmut Kaplan'ın Sitemizdeki Yazıları |
Yazar Mahmut Kaplan'ın Sitemizdeki Kitabı |