Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV

Muhammed Mustafa SAV
Anasayfa e Kitap Hayatı Fotoğraflar Kitaplar Linkler Multimedya Nükteleri Şiirler Yazılar Ziyaretçi Salavat English

III. SELİM (İLHÂMÎ)’DE HZ. MUHAMMED(AS) SEVGİSİ

Prof. Dr. Mahmut KAPLAN

Klasik edebiyatımızda, divanlarda tevhid ve münâcâtlardan sonra Hz. Muhammed sevgisini terennüm eden şiirlere yer vermek gelenek icabıdır. Ancak şairin salt bir geleneğe uyma zorunluluğu ile na’t yazdığını söylemek gerçeği ifade etmekten uzaktır. Bu durum zorlayıcı bir sebep gibi görünse de bazı şairlerin, birtakım gerekçelerle na’t yazmadıkları bilinmektedir. İnsan, içinden gelmeyen duyguları niçin yazsın? Şairlerin, na’tlerde yapmacık ve tasannudan uzak, sadece şefaat dilemek endişesiyle hareket ettiklerini söylemek mübalağa olmasa gerek. Bu düşünce ile İlhâmî’nin “Na’t-ı Vâlâ-yı Fahrü’l-Enbiyâ” başlıklı bir na’tini sunmaya çalışacağız. III. Selim, ya da şiirlerinde kullandığı mahlasla İlhâmî, Hz. Peygamber sevgisini yüreğinin derinliğinde hisseden bir şair padişahtır. O, Hz. Peygamber’in kulu, kölesi olmakla iftihar eder. Bir padişahın böyle bir sevgi izharı samimiyetinin nişanesi değil de nedir? Hikemi şiirin büyük ustası Nâbî’nin bir na’t gazeline yaptığı tahmisin şu mısraları samimiyetinin ifadesi olarak kayda değer:

Bir bendesiyim mefhar-i ekvân ü cihâtın

Âlemleri tenvir eden o nur-sıfatın1

Oluşların, yaratılmışların ve yönlerin övüncü, âlemleri aydınlatan o nur sıfatlının (Hz. Peygamber’in) kölesiyim.

Bir padişahın kendisinden “bende” diye söz etmesi dikkate değer. Bu ifade ancak Allah ve Resulüne bağlılık ifade eden aşk duyguları için kullanılabilir. İlhâmî, padişah da olsa Allah katında bir kul, Hz. Peygamber’e ümmettir. Bu söz, büyük bir sevgi belirtisidir. İlk mısrada, “mefhar-i ekvân u cihât” ifadesiyle Hz. Peygamber’i övüyor. Bütün varlıkların, yaratılmışların ve yönlerin kendisiyle övündüğü (zat). Şair, candan sevdiği Hz. Peygamber’i övmek için adeta kelime hazinesini zorluyor. İkinci mısrada yine bir sıfat zenginliği içinde çiçeklenen medih/övgü bizi sarıyor: Nur-sıfat: Nur özellikli, nur sıfatlı, nur yüzlü. Bu nur, âlemleri aydınlatıyor. Bu nur, karanlıklar içinde boğulan âlemleri aydınlatıp selamete çıkarıyor. Nurun olduğu yerde hiç karanlık kalır mı? Bu mısralardan hareketle şair padişahın na’tini anlamaya çalışalım:

N’ola fahr etse yazarken hâme na’t ü midhatin

Ol Resul-i Kibriyânın vasf-ı zât-ı devletin

Kalem, o yüce Allah’ın elçisinin na’tını ve övgüsünü, zâtının övgüsünü yazarken fahretse şaşılır mı?

1 Beyitler için bkz. Kâşif Yılmaz, III.Selim (İlhâmî) Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanın Tenkitli Metni,Trakya Üniversitesi Rektörlüğü Yay., Edirne 2001.

İlhâmî’nin ilk mısrada “fahr” kelimesini kullanması tesadüfî değildir. Fahr, Hz. Peygamberin bir sıfatı olan Fahr-ı âlem’i çağrıştırır. Kalem, onun na’tini yazarken övünmekte haklı, zira onun övgüsü ile şeref buluyor. Ne yazıyor kalem? Onun na’tini; başka, mutluluk kaynağı olan zatının övgüsünü… Şair, yakın anlamlı kelimeleri na’ti vurgulamak, pekiştirmek, dahası duygularının etkisini arttırmak için sıralıyor. Bu kelimelerle zengin bir çağrışım atmosferi meydana getiriyor. Vurgu tam yerinde ve isabetli: Kibriya sahibi olan Allah’ın elçisidir övgüsü yapılan. Ve o, âlemlerin kendisiyle övündüğü, kâinatın yaratılış sebebidir. Böyle bir zâtın, maddi manevi devlet, baht ve mutluluk bağışlayan peygamberin na’tini yazmak, söylemek övgüsünü yapmak, kuşkusuz bir ayrıcalık ve fahir sebebi sayılabilir. Tabii fahreden kalemi tutan elin sahibi İlhâmî, yani III. Selim. Bir padişah düşünün, tebaası olan şairlerle şiir vadisinde de saltanat davasında bulunan bir hükümdar. Ne ile fahr ediyor? Kâinatın yaratılış sebebi olan Hz. Muhammed’i (as) övebildiği için. Bu bir samimiyet, bir ihlâs ifadesi olarak görülmeli değil mi?

Bî-nazîr mahbûb-ı Hakdır görmemiş mislin felek

Nûrdan bir serve benzetmiş görenler kâmetin

Felek, o Allah sevgilisinin bir eşini görmemiştir. Boyunu görenler nurdan bir serviye benzetmiş.

Hz. Peygamber’in bir ismi Habibullah’tır; Allah’ın sevgilisi. İlhâmî, felek bir benzerini, bir eşini görmemiş derken gerçeği ifade ediyor. Gerçek manada, o doğuncaya kadar bir benzeri gelmemiş, ondan sonra da gelmeyecektir. Bu bakımdan o benzersizdir, eşsizdir. Şairin, Hz. Peygamber’in (as) boyunu nurdan bir serviye benzetmesi yerinde bir buluş. Zira kâinat onun nurundan yaratılmış. Nurdan yaratıldığından gölgesi yere düşmez. Bu konuda çeşitli rivayetler vardır. Ayrıca, her zaman başının üzerinde bir bulutun bulunması da gölgesinin yere düşmesine engeldir. Tahmisinden alınan aşağıdaki mısralarda bu “habibullah” vurgusunu görürüz:

Ey nuhbe-i mahbûb-ı Huda vakıf-ı isrâ

Dergâhına yüz sürmeye ister dil-i şeydâ

Mahşerde şefaat kılıp eyle beni ihyâ

….

Yukarıdaki beyitte zengin teşbihlerle na’t devam ettiriliyor.

Hilkat-i dünyaya ba’is zât-ı pâkindir senin

‘Arşdan a’la yâ Resulallah kadr-i rif’atin

Ey Allah’ın elçisi, dünyanın yaratılış sebebi senin temiz zâtındır; yüceliğinin değeri, kıymeti arştan yücedir.

Dünya onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Bu bakımdan da onun benzeri yoktur. Çünkü sadece onun hakkında, “Habibim, sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” ferman-ı kudsîsi vardır. Hiçbir insan böylesi bir ilahi iltifata nail olamamıştır. Hz. Peygamber’in Rabb’i katında tarife gelmez bir değeri, bir yüceliği vardır. Şair bunu, “kadrin arştan da yüce”dir, sözüyle ifade ediyor. Bilindiği üzere Cenab-ı Peygamber’i miraca götüren Cibril-i emîn, Nâmûs-ı ekber, Sidretü’l-müntehâ’ya gelince, daha öteye gidemeyeceği hususunda özür beyan ederek durmuş. Peygamber-i zîşân efendimiz, huzur-ı İlahi’ye, bir melek veya beşerin varamayacağı, bizim mahiyetini bilemeyeceğimiz bir tarz ve hüviyette en yüce huzura mülaki olma şerefine ermiştir. Böyle bir iltifat-ı Rabbani, tabii ki şair dilinde “arştan yüce” nitelemesi ile ifadesini bulacaktır.

Hamd ola Hakka bizi çün ümmetinden eyledi

Şükrin itmek nice mümkindir bu ‘uzmâ ni’metin

Bizi O’nun ümmeti ettiği için Allah’a hamdolsun; bu büyük nimetin şükrünü eda etmek nasıl mümkün olsun!

Hz. Muhammed (as) gibi bir şanı yüce peygambere ümmet olmak, en büyük nimetlerden biridir. Ahir zaman peygamberine ümmet olmak, bütün beşerin gâye-i hayali idi. Bu şerefe müslümanlar nail olmuştur. İlhâmî de büyük bir İslam devletinin hükümdarı olarak böyle bir nimetten dolayı hadsiz şükür etmek gerektiğini vurgular. İnsan ne kadar çalışsa çabalasa bu büyük nimetin şükrünü eda edemez; bu mümkün değildir.

Tahmisinde de benzer duygu ve düşünceleri ifade ettiği görülür:

İslâma şeref nûru zuhûr eyledi sende

Mü’minlere ızhâr-ı sürûr eyledi sende

İlhâmî, sende İslam şerefi zühur etti, müminler bu şerefle sevindi, demekte haklıdır. İnsanlık, kemalatını onun getirdiği evrensel mesajla elde etti. Ona inananlar bu intisapla müftehirdirler. Onun getirdiği mesajla karanlık yerini nura, zulüm yerini barışa bıraktı. Birbirini boğazlayan bedevi Arap aşiretleri dost ve kardeş olmuş, bu heyecan ve coşkuyla İslamı dünyanın dört bir tarafına ulaştırarak dünyaya medeniyette üstad olmuşlardır. Daha sonra sancağı devralan Türkler ve özellikle Osmanlı, İslam adalet ve güzelliğini üç kıtada dalgalandırarak Kur’an’ın övgüsüne mazhar olmuştur. Bu da en büyük bir sevinç vesilesi olmuştur.

Da’vi-i küfr ü cehalet eyleyen bed-meşreban

Geldiler imana gördükde zuhûr-ı şevketin

Küfür ve cehalet davasını güden kötü meşrepliler, şevketinin ortaya çıkışını görünce imana geldiler.

Hz. Peygamber’in neşrettiği nur, bildirdiği hakikat karşısında küfür ehli tutunacak dal bulamadı; imana geldi. Mekke müşrikleri, Peygamber-i zîşânın azamet ve zaferlerini görünce çaresiz boyun eğip inanmak zorunda kaldılar. Aralarından uzaklaştırdıkları peygamber Mekke’yi fethedince hepsini bağışladı, onlar da pişman ve mahcup bir şekilde teslim oldular.

Cevher-i hak-i kudûmu tûtiyâdır çeşmine

Belki mahşerde olur tahlîse elde hüccetin

Ayağının bastığı toprak gözüne sürmedir; belki mahşer gününde kurtuluş için elde hüccet olur.

Yukarıdaki beyit III. Selim’in samimi bir mümin olarak psikolojisini ifade ediyor. Klasik şiirimizde sevgilinin ayak bastığı toprak, aşığın gözünün sürmesi, görüş gücünü arttıran tutiyasıdır. Çoğu zaman şiirlerde tasvir ve tavsif edilen sevgili bizzat iki cihanın yaratılış sebebi Hz. Muhammed’dir (as). Beyitte şair padişah, onun ayağının bastığı toprağın, inanmış insanlar için ahirette kurtuluş belgesi olacağını umduğunu dile getiriyor.

İki ‘âlem âftâbı sensin ey fahr-i rüsül

Pertev-i mühr-i nübüvvet iledir hatmiyyetin

Ey peygamberlerin övüncü, iki dünyanın güneşi sensin; son peygamber oluşun nübüvvet mührünün nuru iledir.

Bütün peygamberler, Hz. Muhammed’in gelişini hazırlayan öncülerdi. Onlar, insanlığı adeta ahirzaman Peygamberi için hazırlamakla görevliydiler. Hepsi onunla iftihar ediyor, gelişini müjdeliyorlardı. Geçmiş kutsal kitaplarda açık ya da işari olarak onun geleceğini müjdeliyorlardı. O, iki âlemin güneşidir. Çünkü iki âlem de onun hürmetine yaratılmıştır. Dünyada, insanlara İslam’ı tebliğ ederek güneş gibi aydınlatan Hz. Peygamber, ahirette de günahkâr ümmete şefaat ederek güneş gibi ebedi hayatlarını aydınlatacaktır. Onun iki omuzu arasında peygamberlik mührü vardı. Bu mühürle o, peygamberlik silsilesini mühürlemiş, sona erdirmiştir. Ondan sonra peygamber gelmeyecek. O, insanlığın son büyük kurtarıcısı ve yol göstericisi olarak getirdiği evrensel mesajla ufukları nurlandırmaya devam edecektir.

Eylemezsin ben kulundan lutf u ihsânın diriğ

Ey şehinşâh-ı dü ‘âlem var kemâl-i re’fetin

Ey iki âlemin şahlar şahı, merhametin, acıman kemal mertebede olduğundan ben kulundan iyilik ve ihsanını esirgemezsin.

Hz. Peygamber şefkat madenidir. O, kendisini taşlayan, yara bere içinde bırakan insanlara bile şefkatle muamele etmiş, bu çirkin davranışları cehaletlerine vermişti. Kendisine eziyet edenlere beddua etmek yerine, doğru yolu bulmaları için dua etmişti. Hükümdar şair de ondan şefkat diliyor. Cihan hükümdarı, kendisinden bir kul, bir köle olarak söz ediyor. Ben

kulundan iyiliğini, lutfunu esirgemezsin, diyerek samimi duygularını ifade ediyor. Bütün güzellikler, mükemmelliği Hz. Peygamber’de bulmuştur. O, şefkat ve merhametin zirvede olduğu bir elçidir. Hükümdar onun bu kemal mertebedeki refetine sığınmakla huzur buluyor.

Ey kerem kânı zalâm-ı gamdan âzâd et beni

Mazhar-ı feyz-i şefâ’at kıl bu nâ-çâr ümmetin

Ey cömertlik madeni, beni gam karanlıklarından azat et; bu çaresiz ümmetini şefaat feyzinin mazharı kıl.

İlhâmî, üzüntü karanlıkları içinde Hz. Peygamber’in şefaatini diliyor; olsa olsa bu hatarlı, sıkıntılı durumdan sen beni kurtarabilirsin, diyor. Burada şöyle düşünmek de mümkün: Padişahın saltanat dönemi çok sıkıntılıdır. Devlet zirveden düşüşe geçmiş, sistem sarsılmaya, arızalar göstermeye başlamıştır. Alınan tedbirler kötü gidişi durduramıyor, hükümdar bu durumdan derin acı duyuyordu. III. Selim türlü çareler arıyor, yeni bir ordu kurup gidişi durdurmaya çalışıyor ama devlet arabası yokuş aşağı fren tutmaz bir hızla savrulup inmeye devam ediyordu. Belki de bu psikoloji içinde padişah, huzuru şiir ve musikide arıyor; Şeyh Galib’in sohbetlerine can atıyordu. “Nâ-çâr” kelimesi şair hükümdarın durumunu çok güzel ifade ediyor. Çaresizliği ortadan kaldıracak olan ancak Onun, yani Hz. Peygamber’in şefaatidir.

Şem’-i şevkin pertevi her-dem derûnumda yanar

Bâ’is-i zevk ü ferahdır sînede germiyyetin

Aşkının mumunun parıltısı her an içimde yanar; sıcaklığın göğsümde zevk ve ferahlık sebebidir.

Hz. Peygamber’e duyduğu coşkulu sevginin mumu padişahın kalbine ışık saçmakta, onu aydınlatmakta, aynı zamanda için için yakmaktadır. Bu sevgi mumunun sıcaklığı, harareti İlhâmî için bir sevinme ve zevk kaynağıdır. Her seven, ayrı düştüğü sevgilinin muhabbet ateşi ile avunduğu gibi hükümdar şair de bu hararete sığınıyor. Şairin ifadelerinden peygamber sevgisinin her an kalbini ısıtıp aydınlattığını anlıyoruz. Mum hem aydınlatır hem ısıtır. Yakma özelliği olduğu da unutulmasın. Şair bu durumdan son derece memnundur. Bu ifade, bize Osmanlı hükümdarının halis imanını gösteriyor. Devlet işleri, yaşanan sıkıntılar, onun kalbindeki aşk-ı Nebi’yi söndürmüyor; her an, her saniye Peygamber sevgisi ile yaşıyor.

Nüh feleklerde melekler ins ü cin hep bendedir

On sekiz bin ‘âlemi doldurdu şan u şöhretin

Yedi göklerde melekler, insanlar ve cinler hep sana köledir; şan ve şöhretin on sekiz bin âlemi doldurdu.

Bu beyit, yukarıda söylediklerinde haklı olduğunu göstermek sadedinde vaki olmuştur. Kendisinden “bende”, “kul” diye söz eden şair, bu hususta yalnız olmadığını çok güzel

söylüyor. Dokuz kat gök, melekler, insanlar ve cinler hep ona bendedir. Onun şanı, şöhreti on sekiz bin âlemi doldurmuştur. Hz. Muhammed, nebiyy-i sakaleyndir; yani, hem insanların hem de cinlerin peygamberidir. Şair, sadece ben değilim hayran olan, kul köle olan; bütün varlıklar onunun bendesidir, diyor. On sekiz bin âlem, yaratılmış âlemlerin çokluğunu ifade amacıyla kullanılan bir deyimdir.

Dâ’imâ zikr-i salâtın ola evrâdım benim

Olur ise ey şeh-i taht-ı risâlet himmetin

Ey peygamberlik tahtının hükümdarı, eğer himmetin olursa salavatının zikri her zaman benim evradım olsun.

Bu beyitte şair tekrar yakarışa geçiyor. Peygamberlik tahtının padişahı olan Hz. Peygamber’den himmet (yardım) diliyor. İstediği yardım, herhangi dünyalık bir şey için değil; sürekli Hz. Peygamber’in adını anmak ve ona salat getirmek içindir. Hükümdar, Cenab-ı Peygamber’e salat ve selam getirmek için yine ondan yardım diliyor. İlginç bir durum değil mi? Ama ahiretin tüm kapıları onun sevgisi ve delaleti ile açılır. Âlemlerin Rabbi resulünü hiç kırar mı? Reddeder mi? Şair bunu bildiği için yardım, şefaat, destek diliyor. Dikkat edilirse, şiirde tasavvuf terimlerinin çok kullanıldığı görülür. Bu durum, şairin Şeyh Gâlib, dolayısıyla Mevlevilikle olan yakınlığından kaynaklanıyor olsa gerektir.

Mülhem oldun yazmaga bu nüsha-i evsâfı çün

Tâ şefâ’at eyleye bu na’t-i pâke hidmetin

Bu methiyeyi (na’ti) yazmağı, yazana, buna hizmet edene şefaatçi olsun diye ilham ettin.

Na’tlerin yazılma sebebi büyük ölçüde Hz. Peygamber’in şefaatini kazanmak amacına yöneliktir. Şair, ahirette, onun huzuruna bir şefaat vesilesi olması için na’t yazar. İlhâmî, bu durumu yukarıdaki beyitte güzel dile getiriyor. Bana bu na’ti yazmayı ilham ettiğine göre demek ki bana şefaat edeceksin diyor. Halis bir mümin imanının tezahürü bu sözler. Kim, böyle na’te hizmet eder, himmet gösterirse, ona şefaatçi olur. Bu sebeple Arap, İran ve Türk edebiyatlarında na’tler divanları doldurmuş, Nazîm gibi şairler neredeyse bütün şairlik kudretini na’t vadisinde göstermişlerdir.

Şânına lâyık nice evsâfa olsun kudretim

Yâ Resûl-i müctebâ ‘âlemden a’zam kıymetin

Ey seçilmiş yüce Nebi, değerin âlemden yüce olduğundan şanına layık övgüye nasıl kudretim olsun.

Şairler, yeteneklerinin olanca vüsati, genişliği ile kâinatın yaratılış sebebi, yaratılanların ilki; son peygamber Cenab-ı Peygamber’i övmek için adeta yarışmış; Hz. Peygamber’i layıkı gibi övememekten yakınmışlardır, zira Kur’an’ın methettiği bir zatı övmek gerçekten çok zor.

Hiçbir şiir Kur’an’ın belagat ve fesahati ile boy ölçüşemez. Bir şey bütün bütün elde edilemezse tamamen terk etmek de doğru değildir. İnsan, kudretinin yettiği oranda, Ona duyduğu sevgiyi ifadeye çalışmalı. İlhâmî de bu vadideki aczini itiraf ediyor. Söz konusu olan değeri âlemden yüce olan, iki dünyanın medar-ı iftiharı bir zatı övmektir. Bunun ne kadar güç olduğunu şairler iyi bilir. Muallakat şairleri, Kur’an nazil olunca gölgede kaldılar. Bu şairlerden birinin kızı, babasının şiirini askıdan indirirken şöyle söyler: “Kur’an’a karşı bunun bir değeri kalmadı.” III. Selim de aczini itiraf ediyor: Seni, sana layık biçimde övmeye kudretim, sanat gücüm yetmez, diyor.

İlhâmî de tahmisinden alınan aşağıdaki mısralardan anlaşılacağı üzere iki na’t yazmasına rağmen onu layıkı gibi övemediğinden yakınmaktadır:

Mazmûn-ı sühan bulmamışam şânına lâyık

A’lâların a’lâsı edip kadrini Hâlik

Bu cümle-i ekvâna seni eyledi fâ’ik

Senin şanına layık şiir mazmunu bulamamışım. Allah seni yüceler yücesi yaratarak bütün yaratılmışlara üstün kıldı.

Şair, yukarıdaki mısralarda, kendi aczini itiraf ederken diğer şairlerin sözcüsü gibidir. Zira ifade edilen durum hepsi için geçerli. Allah, Hz. Muhammed’in şanını yüceltmiş, bütün varlıkların fevkine çıkarmıştır. Hiçbir peygambere nasip olmayan Miraç gibi bir lutfa nail etmiş. Rabbi katında böylesine izzet ve itibar sahibi olan bir peygamberin beşer kalemi ile şanına layık biçimde övülemeyeceği açıktır. Ancak onun övgüsü, şairlerin şiirlerini güzelleştirir, onlara belki de şefaat vesilesi olur. Aşağıdaki beyit şairin şefaat dileklerini ifade ediyor:

Bin salât ile selâm eyler revân-ı pâkine

Eyler İlhâmî recâ nakd-i şefâ’at ruhsatın

İlhâmî, şefaatinin iznini dileyerek temiz ruhuna bin salat ve selam eyler.

Dikkat edilirse şair, sözü dönüp dolaştırıp şefaate getiriyor. Çünkü o şefaat ebedi hayat saadetinin anahtarı, geçiş vizesidir. O’nun şefaatini hak etmenin yolu sünnetine uymak ve O’na çokça salat ve selam getirmektir. Na’t, aşağıdaki dua ile sona ermektedir:

Koyma ya Rabbi dili tâb-ı teb-i ‘isyânda

Ebr-i lutfundan bana neşr eyle âb-ı rahmetin

Ey Rabbim, gönlü isyan sıtmasının ateşi içinde bırakma; iyiliğinin bulutundan bana rahmet suyunu saç.

İlhâmî’nin duası, Allah’ın onu isyan sıtmasının ateşi içinde bırakmamasıdır. Allah’a isyan, cehennem ateşi gibi ruhu yakar. Aslında dikkat edilse, küfürde, inançsızlıkta dünyada bile bir cehennem azabı olduğu görülür. İlhâmî, Rabbinden bu ateş içinde bırakılmamasını

diliyor. İsyan ateşini ancak Allah’ın rahmet yağmuru söndürebilir. Burada söz konusu edilen isyan, Allah’ın emir ve yasaklarına uymamaktan ya da insanlık haline mağlup olup sınırları aşmaktan ileri gelen bir pişmanlık, bir sıkıntıdır. Bütün hastalıkların çaresi Allah’da olduğu gibi, günah ve isyan hastalığının devası da onun lutuf ve rahmetindedir.

III. Selim’in, sunmağa çalıştığımız bu na’tinde, samimi bir müminin -her türlü saltanat kibir ve azametinden uzak- Hz. Peygamber sevgisini dile getirişine tanık oluyoruz. Şair, içten gelen bir sevginin tazyiki ile duygularını mısra kalıpları içine yerleştirerek bu na’ti, ahirette bir şefaatçi, bir yardımcı olması temennisiyle kaleme almıştır. Bu duyguları ifade edişte herhangi bir dünyevi çıkar gözetilmesi söz konusu değildir. Şairin caize beklediği Allah ve Resul’üdür. Beklediği caize şefaat ve rahmet, dolayısıyla bağışlanmaktır.